14 Aralık 2007 Cuma

Bestloser

@bestloser
Gücünü toplamana sevindim. Görüyorum ki, okuduğunu anlamak yeteneğine sahip olmadığın konusundaki tahminimde haklı çıktım. Beni bu konuda yanıltmadığın için sana teşekkürü borç biliyorum. Ancak muvaffakiyetimin devamının senin için pek hayırlı bir olmayacağı konusunda ( gizli özne : seni / kim gizledi ulan bu özneyi ) uyarmaya, bir kardeşin olarak kendimi vazifeli addettim. Umarım bunu mazur görebilirsin. Üstelik gereksiz alınganlık yapmamanı da tavsiye ederim. Şimdi bu sitayişimin sebebini sana izah etmeye çaba göstereceğim.

Sevgili Götoş Biraderim @bestloser
Her zaman yaptığın gibi dandik akıl yürütme metodu ile hüküm çıkarmışsın. Oysa ki seni safsata salatası yapmaman konusunda daha önce uyarmıştım. Oh hep aynı şeyler. Bıktım vallahi bu ibibiklerden. Sevgili kardeşim, ben sana ne zaman, senin bu saydığın merhumlardan birini tanıdığımı falan ifade ettim? Rica ederim artık şu götünden uydurma işlerini bir kenara bırakıver. Benim kendi söylediklerim üzerinde yola çıkarsan belki akşam evin yolunu bulabilirsin. Yoksa sokaklara düşersin Maazallah. Bak misal, şu duvara karşıdaki kız babasıyla arayı bozunca porno filmelere falan meyil etti. Hem İlhan Mansız ne diyor? Beni buzdaki performansım ile eleştirin. Harika laf. Sen de kullanabilirsin. Antik Atina düşünürlerinden hiç birini tanımıyorum, bunu söylemiş falan da diilim, hele ezberimde hiç yok. Nereden çıkardın yau! Tavuk musun sen? Yukarıda da yazdığım üzere sadece bir parça Tales’i tanıyorum. Zira o suyun bu tarafından. Biraz da Pitagoras mıydı neydi? Ne ise mühim diil. Devam ediyorum, aynı kötücül metod ile benim ilkokula falan gittiğimi sanmak yanılgısına düşmüşsün. Üzülerek söylemek zorundayım ki, gidemedim. Ne ilkokul, ne kreş. Hiç birine gidemedim. Ailemin geçimini sağlamak zorunda olduğum için ayakkabı boyacılığı, gevrekçilik, dilencilik, yan kesicilik gibi mesaisi okul ile çakışan işlerde istihdam edildiğim için buna imkanım olmadı. Ne öğrendim ise kendi çabam ile oldu. Bu yüzden bu öncülün falan da düpedüz safsata güzel kardeşim. Bir de Yunanca’yı bir türlü sökemediğim için şu bahis açtığın tipleri hiç okuyamadım. Ancak Eflatun’un Yahudi olduğu söyleyen birinin tedaviye muhtaç olduğunu tefrik edebiliyorum. Ne mutlu bana. Oh. En hafif eğlencemsin @bestloser. Çok yaşa. Modern’den ne kastettiğini de kavrayabilmiş diilim açıkçası. Zira bu saydığın Almanlar, Fransızlar falan da Hak’kın rahmetine kavuşalı epey bir asır olmuş. Wiki’den tetkik ettim. Demek modern diiller ha. Şimdi yıkıldım işte. Bu benim en iyi kaybımdı @bestloser. Zaten Almancam felaket. Bu konuya hiç girmeyelim. Ancak bir parça Rusça öğrenmiş idim ki, senin gibi fikir orospularını tefrik etmek konusunda bana faydasını inkar edersem seni gibi olayım. Seni gidi prostitutka seni. Yane nasıl oliim anlamadım ki, zenci gibi falan bişi mi? Ne var ki zenci gibi olmakta, motherfucker gibi malafat var herifçioğullarında. Kaldığım yerden devam ediyorum, felsefe hocalarım olduğuna, bunların aptal olduğuna falan kanaat getirmişsin. Harika. Götünden çıkardığın yumurtalara ilave olmuşlar. Dikkat edersen kuluçka sonunda civciv olabilirler. Dediğim gibi hiç okula gitmediğim için felsefe hocam falan da olmadı. Bu yüzden aptal olup olmadıkları meselesi syntax error. Bızzt. Hatalı algoritma yürüttüğü için @bestloser danası kesilecektir. Çal bıçaaa. Oynasın kasap, düğünler kurulsun. Keşkek’e hakiki dana eti karıştırıciim. En iyisinden The Best. Büyük Selluka kasabından senin için aldım.

Son olarak, son yazdıklarından hakikaten bir bok anlamadım. Senin 6666’na 6 kere 66 ediim. Ne karışık yazmışsın ulan. Heh. Bir de özeli mözeli karıştırmışsın. Şu kenar maalle kevaşeleri bana siftindiğinden beri kimse ile private publication falan yapmıyorum. Kusura bakma kardeşim. Kendi göbek baağını kendin kesiceksin. Bu saatten sonra da erkekleri falan yataama alamam zaten. Tamam Avrupa Birlii falan ama bi yere kadar yau. Daa neler. Cık cık cık. Öhöm. Kızarma efekti. Hani aslında hoş çocuua benziyosun ama o malın alıcısı ben diilim. Sadece kadınlar ilgimi çekiyor. İstersen bunu sana sufle veren dilberden biraz tetkik et. Üşenmiyorsan @Bülentg namlı ibneye de sorabilirsin.

Eğriyi dooruyu tefrik etme meselesine hiç girmiyorum. Zira bunu seninle istişare edicek filan diilim. Hep en pis, en süfli ne varsa bana ondan getir garson! Bayana da içecek bişiler işte. Şenlensin deli gönlüm. Heyyyt Bea. Şimdi neşem biraz yerine geldi işte.

Ben seni unutmak için sevmedim, buna ister inan ister inan6666.

6 Aralık 2007 Perşembe

inan6666 Aziz Hatırasına

viol Paris & baise Sarkozy.. maintenant !
"gelinler"
dönüyor başım yine.. yahut autogyro nedir?
kumara serbestiyet
lebowski
adaçayımız yandan çarklı..
türk zaferi ne zarif yanıyor be azizim..
evde thujone eldesi
surat sutyen 100BA
süpersonik makyaja jet sorti
yansiklopedi
zipsofism
düzen - bozan
incir
osiris ><> crowley
escobar
neem
korna zurna porno -
sevgili Manson
korna zurna porno - 2
mkultra
japon mutfağı
bağ bozumu
fuck on air
sevgiLi
pornogami
weblock
manisa mesir magnet
tesbihte hata olmaz
yasak elma
anonim
koala zula
sürtük sütü
namus
bok bebek
kopuz
punkislam
fanatikmatik
kerhaneci
analturk
analeu mon dieu
hamamcı
bengi
rasputin
O
bitchak
sixxxx 6666
dog on dog
haydari
suicidegirls
balbozuk
karamastar
mozartma
ölüler
mar azz
rocco
alamancı
skene mahsus
pezevenk

Leyla, Sofu, Hikaye-i Kebir

kamera toprak yolda ilerleyen arabanın camından çekim yapıyor. küçük bir el kamerası, japon yüksek teknoloji ürünlerinden. fonda motor gürültüsü. eski bir dizel motor olduğunu hemen anlıyor motor sesi dinlemeye yatkın kulağımız. kamera sola doğru dönüp arabanın içini gösteriyor. bu bir kamyonet, oldukça eski bişi. kameraman ve diğer kişi aralarında konuşuyorlar, türkçe olduğundan türk olduklarını hemen anlıyoruz. diğer kişi şoföre soru soruyor; bu defa ingilizce. şoför, kırk yaş civarında, deri bir mont giymiş, oldukça eskimiş. sakalları uzamış, on beş günlük falan olmalı, güneş yanığı bir ten, kafasında yün bir bere, nerede ise geldik diyor, az kaldı. ingilizcesi oldukça bozuk, sigara içiyor, kamera sigaraya zoom yapıyor. sonra ön camdan dışarıya dönüyor, uzayan toprak bir yol, çorak topraklar, hiç ağaç yok, tıngır mıngır bir yolculuk. dağlara doğru tırmanmaya devam ediyorlar, uzakta karlı dağlar hayal meyal seçiliyor. görüntü kararıyor.

görüntü tekrar başlıyor. yamaçta bir köye doğru yaklaşıyoruz. kameraman zoom yapıyor, biraz bulanık oldu, tekrar düzeltiyor. şimdi daha net. sıvasız evler, penceresiz, boşluklara naylon gerilmiş, ince duman sızıyor bacalardan, küçücük bir köy işte dağların arasında, ağaçsız, çorak. kar yağınca yollar kapanıyordur diye düşünüyoruz. kadraja yaşlı bir adam giriyor, yolun solundan ağır ağır yürüyor, kamera yaklaşıyor, üç günlük sakal, çok eski olduğu belli, yamalı bir pantolon ceket var üstünde. yaklaştıkça araç yavaşlıyor. yaşlı adamın hizasında duruyor. şoförün camında adamın sadece başını görebiliyor kameraman. şoför bir şeyler söylüyor lisan-ı farisi olduğundan anlamıyoruz. yaşlı adam gülüyor, kafasını evet anlamına gelecek şekilde aşağı yukarı sallıyor, gülünce görüyoruz üç tane dişi var, onlar da sapsarı ve incecik. şoför teşekkür olduğunu sandığımız bir iki şey söyleyip vitesi takıyor gürültüyle, devam ediyoruz. görüntü yine kararıyor.

bir evdeyiz. kameraman yerde oturmuş çekim yapıyor. bir divanda bir kadın oturuyor, yaşlı, kırış, kırış suratlı, şişman bir köylü karısı. şoför diğer adamın sorduklarını farisi'ye çevirerek kadına soruyor. kadın gülerek yanıtlıyor. yanıtları şoför tekrar çeviriyor, diğer adama doğru anlatıyor. sofu bu köydenmiş hakikaten, diğer adam kameraman dönerek alçak sesle bir şeyler söylüyor, anlamıyoruz. kadın yerel bir giysi giymiş. anadolu köylerindeki kadınlardan ayıran tek giysisinin desenleri. kadın anlatıyor, çocukken sofu henüz köydeymiş, yüzünü hatırlıyor. uzun boylu, kemikli yüzlü, yakışıklıymış diye çeviriyor kadının söylediğini, sakalı simsiyah parlarmış, el kol hareketleri de yapıyor ifadesini güçlendirmek için, yüzünü gösteriyor. peştun imiş, dağların öte tarafından afganistan ya da pakistan’dan gelmiş. iyi bir adammış, dindarmış, alimmiş, köyde herkes tarafından sevilirmiş. zaten leyla’nın babası da pek severmiş onu, hatta oğlu gibi tutarmış. bir süre dinliyoruz, kamera kararıyor, konuşma sesleri gittikçe azalıyor.

yeniden çekim başlıyor. köyün kahvesi olduğunu tahmin ettiğimiz bir mekan. bu sefer diğer adam tam karşıda oturuyor, sobanın yanında. baş köşe diyebiliriz. soba gürül gürül yanıyor, camlar buharlanmış, dışarısı görünmüyor. gece olabileceğini tahmin ediyoruz. kadrajda köylüler var, hepsinin sakalları beyazlamış, yaşlı insanlar oldukları belli. ellerinde küçük çay bardakları var, türkiye’den geliyormuş. hatta bir tanesinin üzerinde yaldızlı ay yıldız var, adam kameraya gösteriyor, kamera zoom yapıyor bardağa, yaldızı dökülmüş ay yıldızı görüyoruz, sonra kamera geri çekiliyor, bu sefer adamın yüzünü görüyoruz, keyfi yerinde, gülüyor, çay bardağını şerefe der gibi kameraya kaldırıyor, farsça bir şeyler mırıldanıyor, anlamıyoruz, sigara sarmak için kesesini çıkarırken bardağını yanındaki masaya bırakıyor. kamera diğerlerini de alacak kadar geri çekiliyor. diğer adam şoföre artık adı ile sesleniyor, adının mahmud olduğunu öğreniyoruz. kısık sesle bir şeyler soruyor. sadece leyla, sofu, imam kelimelerini duyabiliyoruz. mahmud anladığını ifade etmek için kafa sallıyor. sonra dönüp diğerlerine çevirmeye başlıyor. köylüler konuşmaya başlayınca mahmud çevirmeye başlıyor. leyla’nın babasının köyün imamı olduğunu öğreniyoruz. sofu köye ilk geldiği gece camiye sığınmış. çok soğuk bir kışmış, bir insanın o karda dağları aşıp gelmesine şaşırdıklarını söylüyorlar, hep birlikte kafa sallıyorlar. sofu bir süre camide yatıp kalkmış. Sonra köyün girişindeki tek odalı eve yerleşmiş, evin kirası karşılığında evin sahibini ağılına bakıyormuş, temizliyormuş. içlerinden biri çok çalışkan adamdı diyor, diğerleri yine baş sallayarak tasdik ediyorlar. hiç namaz kaçırmazmış, namazdan sonra imam ile oturup konuşurlarmış, hem farisi, hem arabi bilirmiş, çok bilgili adammış, çok güzel konuşurmuş, kalplere hitap etmeyi bilirdi diyor bir tanesi. uğultular yükselirken kamera kararıyor.

kameramanın yürürken nefes alıp vermesini duyuyoruz. diğer adam ve mahmud önden yürüyorlar. köyün çıkışına doğru bir evin önünde durup kapıyı çalıyorlar. Kapı açılıyor içerden ufak tefek, beyaz sakallı bir ihtiyar çıkıyor, bizimkileri görünce sevindiğini belli eden hareketler yapıyor, içeri davet ediyor. kamera kapandı. kamera tekrar açıldı, yaşlı adam çay getiriyor bir tepside. şoför anlattıklarını çeviriyor; karısı dört sene önce ölmüş, çok hastalanınca şehirdeki hastaneye indirmişler, üç ay hastanede kalmış ama kurtulamamış. ölünce yalnız kalmış, başta çok zor gelmiş, ama sonra alışmış. sürekli ibadet ediyormuş. babası çok bilgili adammış, her şeyi öğretmiş. köyün imamlığını da babası öldüğünden beri o yapıyormuş. çocukları okumak için şehre gitmişler. sonra da iş bulup evlenmişler, birkaç ayda bir geliyorlarmış, zaten köyde sadece yaşlılar kalmış. tekdüze bir sesle anlatmaya devam ediyor. diğer adam dayanamayıp sözünü kesiyor, leyla diye. bu sözü duyunca yaşlı adam susuyor, mahmud'a bakıyor. leyla diyor; çok güzeldi, ay gibi bembeyaz ve parlak yüzü vardı, gözlerinin yeşili çok derindi, bir gören hayran olur, gözünü alamazdı diyor. bu aradan hafifçe gözleri sulanıyor, iç çekiyor. babam keşke evlenmelerine izin verse idi, o zaman bu kötü olayların hiç biri olmazdı diyor. aşıkların arasına girmek günahmış diyor. çayından bir yudum alıyor. kamera kararıyor.

kamera çekim yapmaya başlıyor. tekrar araçtayız. yokuş aşağı iniyoruz. gökyüzü kapkara bulutlar ile kaplı. çok yakında yağmur yapma ihtimali kuvvetli. kameraman yana dönüyor. mahmud'un ağzında yine yarısı içilmiş bir sigara var. dönüp gülüyor, yarım yamalak ingilizcesi ile yakışıklı mıyım anlamına gelecek bir şeyler söylüyor. diğer adam da sigara içiyor, gülerek mahmud'un omzuna vuruyor. çok yakışıklısın diyor. kamera yavaş yavaş kararıyor.

kamera çekim yapmaya başlıyor. kafeterya gibi bir yer. önünden trafik akıyor. yolun öbür tarafı deniz. denizin karşısı görünüyor. istanbul olduğunu anlıyoruz. tam bu sırada genç bir kız geliyor masaya. kamera ona dönüyor. neşeli, heyecanlı bir kız, yirmi yaş civarında olmalı. masaya oturuyor. diğer adamın ve kameramanın elini sıkıyor. adının gülşah olduğunu söylüyor. kıvırcık, parlak siyah saçları var. uzun, keskin hatlı bir yüzü var. sofu'nun özelliklerini almış diye düşünüyoruz. parlak yeşil gözleri ise leyla'nın yadigarı olmalı. kamera gözlerine doğru zoom yaparken yavaşça kararıyor. kamera tekrar çalıştığında masanın üstüne koyulmuş olduğunu anlıyoruz. gülşah ve diğer adamı profilden görüyor. ikisinin de önünde birer fincan çay var. gülşah bir yudum alıyor, bir sigara çıkarıyor paketinden, adam yakıyor, bir nefes duman çekiyor, gül kırmızısı dudaklarının arasından üflüyor, gözleri derinlere dalıyor, kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor. annemle babam ilk geldiklerinde çok sıkıntı çekmişler, babam uzun süre iş bulamamış, sonra yayınevleri onu tanıdıkça yavaş yavaş çeviri işleri almaya başlamış, bu arada annemde dantel işliyormuş, çok güzel işler, diye anlatıyor. annem hala çok güzel bir kadın, görünce siz de hayran olacaksınız. inşallah tanışırsınız, babamla annemin aşkı masal gibi hakikaten, allah hepimize böyle aşk nasip etsin diyor, yaşının verdiğini yaşam enerjisi sürekli konuşuyor, babam hem farsça, hem arapça, hem türkçe şiirler okur, dindardır ama bugün etrafta gördüğünüz insanlar gibi değildir, o konuşurken çok büyük keyifle dinlersiniz, tanrıya, peygambere, insana, aşka dair hikayeler anlatır. dinleyince siz de çok seveceksiniz babamı. umarım yakında görme fırsatınız olur diye devam ediyor. gülşah konuşurken kamera yavaş yavaş geriye çekiliyor, ses azalıyor, konuşmalar tatlı bir mırıltıya dönüyor, yavaşça görüntü kararıyor.
bittiğini anlıyorum. uzanıp masanın üstündeki tütün ve çarşaf paketini alıyorum. tek çarşaftan bir sigara sarıyorum, tütünü sıkıştırıyorum falan. yakıyorum, derin bir nefes çekiyorum., tavana bakıyorum. duman ciğerime doluyor. leyla içerden gelip divanın üstüne atlıyor, gelip kucağıma çıkıyor. sarı tüylerini okşuyorum. mırıldanmaya başlıyor. bir nefes daha çekiyorum. sofu da yavaş yavaş geliyor. ayağımın dibine kıvrılıp yatıyor. saat çok geç oldu, üçe geliyor. yatmam lazım. bir nefes daha çekiyorum. işe gitmem lazım, para kazanmam lazım. sigarayı söndürüyorum. yatmak üzere ayağa kalkarken leyla'nın rahatı kaçıyor. yere atlıyor. ışığı söndürüp odadan çıkıyorum. peşimden yatak odasına doğru geliyorlar.

13 Kasım 2007 Salı

Masumiyet

namazgah'tan çıkıyorum mahalleye doğru. sabah ezanı okuyor kuşlu camii'nin imamı. gün aydınlanıyor. halbuki biz gece yaşıyoruz. işimiz bu. süfli hayatlar beyle seviyor, ne yapalım. kader. kader mi yoksa ben mi seçtim yolumu tam olarak bilemiyorum. zaten artık bilmemi gerektirmeyecek kadar uzun zaman geçti üstünden. alıştıktan sonra fark edeceğini de sanmam. herkes için de bu şekilde olacağını tahmin ediyorum. her ne kadar tanıyanlar kesik diye çağırsa da, hacı dedem doğduğumda kelime-i şahadet ile beraber memet ismini kulağıma üflemiş. ancak ne bu mukaddes isim, ne de mukaddes kelime engel olmamış itin önde gideni olmama. namım olan kesik nerden kaldı diye meraka düşecek olan olursa, ödemiş'te yatarken karagümrüklü piçlerden biri kellem ile bedenimi ayırmaya kalktıydı. onun aziz hatırasındandır. karagümrüklüler'de intikam mukaddestir. aksi, türkiye'deki bütün cezaevlerinde itibarlarının sonu olur. hakikaten her cezaevinde semtin koğuşu mevcut. istanbul'un bu mıntıkaları serseri fabrikası mübarek. ödemiş'ten bahsetmişken söylemeden geçemeyeceğim, bir ara gidip bozdağ'dan gonca toplar, kale'de satardık mahallenin diğer kopukları ile. en güzel zamanlardı o günler. gonca da en güzelidir ancak delidir işte. bunun bir kusur mu meziyet mi olduğunu bilemeyeceğim. bu meseleye uzun süre kafa yormama rağmen neticeye henüz varamadım. sadece insanı mesud ettiğini söylemem yeter. neyse sözü bulandırmayayım, bu kanlı mevzunun bıraktığı iz namım oldu işte. herkes ilk enfes hatırama bakar, gözünü oraya kaydırmaktan kendini alamaz nasıl hayatta kaldığıma hayret eder. belki de gündüzün aydınlığına karşın gecenin karanlığını seçmem bundandır. zira gece, güneşin ortaya çıkardığı tüm yaraları örtmeye mukadderdir. ancak derinde olanlara gücü yetmez, acısını pekiştirir. misal kalp kırıklığı buna en güzel örnektir.
basmane'deki pavyonlardan ekmeğimi çıkarıyorum, daha doğrusu çıkarmaya çaba gösteriyorum. hava karardıktan sonra başlayan mesaime giderken manzara-i umumisini pek beğendiğim oteller sokağından geçerim hep. pavyonun, kavenin, konfeksiyon atölyelerinde geberene kadar makine başında çalışan, her gün ve her saat kendi atölyelerini açıp köşeyi dönme hayali kuran mardinli kürtlerin, itlerin, bokun, kokunun, kokoreçin, kokonun, moskovalı, belaruslu, çingene ve türk malı orospunun ve onun pezevenginin dibinden. işte izmir. senin göt deliğin buraya yakın olmalı. yoksa bu pis koku ne! hali hazırda mevcut manzaramın huyundan suyundan bünyem etkilenmese idi kendimi eksik kabul ederdim. varlığım varlığına armağan olmuş bir kere. zira hepimiz aynı çorbacıdan çorba içiyoruz. bekir, ben, yusuf, posterleri satan oğlan. ne güzel yol tutmuş. iyi satıyor. hayret. beyle dümen bulamadım kendime. hep sikimin dümen suyunda olduğumdan mı yoksa muhteremin keyfinden mi bilemem ve dahi bilmek de istemem. nasıl istiyorsa eyle olsun. kapısında nöbet beklediğim tüm pavyon sahipleri beni çok sevmiştir. ne zaman yolsuz kalsam eski patronlardan birine iskele olmak imkanı tanıdı bana bu sevgi. bu ne sevgi ah. kapıların açık kalmasının sırrı köpek gibi sadık ve emirlerden şaşmayan sadakatimdir. vur derlerse gözümü kırpmam. on yedi kere cezaevi görmemin sebebi bu değil mi? hacı dedem beyle sadık yetiştirdi, hemi beni, hemi dükkanını bekleyen itini. küçükken büyük demir han'da marangozhanesi vardı dedemin. yaz tatillerinde çıraklık vazifesini neşe içinde yerine getirirdim. ne zaman talaş kokusu duysam marangozhane ve tezgahta çalışan dedem gözümün önüne gelir. erken yaşta gitmese idi sanırım hepimiz için daha hayırlı olacaktı. ölünce evi geçindirmek derdi bana düştüğünden derhal okuldan tornistan ettim. on dört yaşında idim, hiç dayak yememiştim, kalbim temizdi. önce ikiçeşmelik'te bir kunduracıya çırak girdim. kalfa olacak ayyaş hergele ilacın kokusu ile kafayı bulur, her fırsatta döverdi beni, sebepli, sebepsiz. tahminim, kahpe talihinin acısı benden çıkartmayı adet edinmişti. akşam çıkmadan dükkanı süpürmeye başlamıştım ki, bana yeltenince tezgahtan aldığım limaki ile husyesini hacamat ettim. işte içeri ilk girişim bu mevzuundandır. oranın havasını benim gibi çocuk yaşta içine çekip de kafayı bulanın, kafası asla açılmaz derlerdi. bu sözün doğru olduğunun en güzide kanıtlarından biri benim.
fazla vermedi hakim. babacan bir ihtiyardı. hala gözümün önündedir cemali. iki sene yattım çıktım. on yedi yaşında içerden çıkmış ol, anan, baban, soyun, sopun, evin, barkın olmasın; hayatta kaldıysan bir daha kimse seni deviremez. mahalleye gittim, nenen ananın yanına taşındı demeseler nereden öğrenecektim hakiki orospu evladı olduğumu. meğer anam var imiş yau, hemi de zamanında tepecik keranesinin en namlı orospularındanmış da haberim yokmuş. mahallenin parayı bulan konfeksiyoncu pezevenklerinden biri anamın kalbini çalıp, aftosu yapınca, hacı dedem ilişiği kesmiş anam olacak kevaşe ile. o da içinde bu aziz mesleğin ateşi olduğundan mı bilinmez, sevgilisi olacak it bir süre sonra başka manita bulunca, tezgaha düşmüş. işte bunu öğrendiğimde maküs talihimin sebeb-i mucizesini kavramaya bir nebze daha yaklaşmış idim. artık kafam gayet dumanlı idi. işte ayık gezmekten bir ömür boyu uzak kalmam kararını o an verdim. zaten cezaevinde cigara sarmanın ihtisasını yapmış idim. artık bünyemi/ciğerimi dumana vakfetmenin zamanı geldiğine kararım kesin oldu. sanırım validemin mirasından kaynaklanıyor orospulara meyil vermem. her daim iyi anlaşmışımdır bu kadim mesleğin erbabı ile, nicesi dostum oldu, nicesi mesleğine ihanet edip bana bedelsiz açtı gönlünün kapısı ile bacağının arasını. zaten pavyon kapısı iti mesleğini edinmemin sebebi de gençlik ateşi ile abayı yaktığım kevaşeyi her gece görmek için mekana devamlı müşteri yazılmam değil miydi sanki. zamanla kadroya girdik işte. üstünden amma uzun zaman geçmiş. evlenip kurtulucam bu hayattan, evimin kadını olucam diye niyet edip türk filmlerine özendi, gitti o kıro ile evlendi. herif de pavyonda karı çıkartmanın ruhunun çukurunda çaktığı kıvılcım ile alnının ortasına basmadı mı kurşunu ilk şüphede? kim masum. rica ederim bana bundan bahsetme. yalan dünya.
mesai bittiğinde buralara akmaya başlar nefsinin köpeği olmuş tüm haytalar, akşamcılar, pavyona, meyhaneye, şarkıcıya, rakıya, şaraba, cigaraya, karıya düşkün olanlar. varsınlar gelsinler. hepsine yetecek pislik var burda. ister şarap içsinler sokak aralarında, ister cigara üflesinler, ister travesti siksinler. hepsi için yeteri kadar şarap, ot, karı, oğlan mevcut. lanetli mevcudiyetlerinin acısını çıkarsınlar ucuz, harcanmış hayatlarından. ne var bunda. mücadele ise mühim olan gerisi teferruattır. işte bu mücadeleyi hepsini, vazife, iş, ev kirası, elektrik faturası, günlük politik, beşiktaşın hezimeti, vatan millet, özgürlük ıvır zıvır şu bu ile esir etmeye çalışan kahpe dünyaya sinsi sinsi arkadan yanaşsınlar, kıçına parmak atsınlar ya da işaret ve baş parmağı arasından bir yılan dili gibi çıkan şişleri ile delsinler. bu da onları hakkı, belki teskin olurlar bu sayede. ister haklı olsunlar ister haksız. benim içi farketmez. zaten dünya için hiç farketmez. o kahpe alışıktır bu muamaleye. gece burada yaşamayan için de kayda değer olacağını sanmıyorum. ancak sabaha karşı evlerine döndüklerinde pisliği geride bıraktıkları yanılgısı içine düşmelerine şaşırıyorum sadece. oysa gelirken ceplerinde getirmemişler miydi biraz?
bazen kızıyorum zeki demirkubuz'a. onun bundan bihaber olmaması beni hiç enterese etmiyor. bu filmi çekip bünyemi daha da zehirlemeye hakkı var mı diye yakasına yapıştığımı hayal ediyorum. silkelediğimi. bekir'in kafasını patlattığı emanetini şakağına dayayıp sen öldürdün ulan onu diye anasına sövmeyi. sonra da dizlerimin üstüne çöker ağlarım sanıyorum. ne suçu vardı bekir'in. hep o uğur olacak kahpe yoldan çıkarmamış mıydı onu. önce onun peşine takılıp izmir'e geldi, koca dükkan battı gitti. sonra taksiler, ev, karı ıvır zıvır şu bu. bir büyükle eve gelip hepsini içtiği gün hala gözümün önünden gitmiyor. sabah gözünü açtığında diyarbakır otogarında bulmuştu kendini. masum muydu bekir? hiç sanmam. o değil miydi bir kahpe uğruna yuvasını yıkan? evet, sanırım oydu.
uğur güzel kadındı. şarkı söylerken görmeyen bunu bilmez. uzun boylu, alımlı idi. üstelik nazı, niyazı da yoktu. konsomasyonu falan iyi bilirdi. müşterisi, hayranı, müptelası da pek çoktu. başta bekir işte, sonra sen, ben. bu yolun yolcusu ise kader mahkumu muydu sanki, hiç değildi. kendi seçmişti bu yolu. yokluk, yoksulluk bahane. zagor'un yakışıklılığı, ağzının laf yapması, hızlı yaşaması tav etmemiş miydi onu? eh hiç de masum değildi. kendi seçti yolunu, anasını, yatalak babasını bırakıp düşmüştü zagor'un peşine. üstelik de sinop'ta evlendiği herifçioğlu sıyrılıp kurtulma fırsatı tanımıştı ona. belki ümidi yoktu, bilemem. sorma fırsatı bulamadım. hep uzaktan gördüm onu. onu uzaktan sevmek aşkların en güzeli idi. zira oldukça tehlikeli kadındı. adamı çıra gibi yakar. nicesi yaktığından belli değil mi? üstelik o zaman daha kader'i izlememişim, masumiyet'teyim hala. halbuki bekir'in karısı var türbanlı falan, mütedeyyin, namuslu, iffetli. ne ise lafı uzatmamam lazım daha çok. hepimiz bekiriz, uğuruz, yusufuz yada çilemiz, ne fark eder. anasının kuzusuyuz işte bir şekilde. bir yere gitmeyen hayatlar yaşıyoruz işte, amaçsız, kayıp, boktan... o yüzden canımızın yanması mühim değil, ama diğerininkini yakmak neden? işte bunu soruyorum sürekli kendime.
oysa eski zaman serserileri bizim gibi miydi? onların bir yolları, iyi/kötü faydası vardı cemiyete. misal külhanbeylerini hep geceleri hamam külhanında yatan yersiz, yurtsuz, mazanne-i sui erbabı şahıslar bilmedik mi? oysa onlar tarikat ehli, hatta kalenderi idi aziz kardeşim. evsiz, yurtsuz, anası, babası, kimi, kimsesi olmayan veyahut veled-ı zinalardan biraraya gelmiş, bu serseriler kalenderilerin elinde bir nizami ayinleri olan bir tarikat nizamı altında toplanmışlardı. üstelik bu kendilerine has kıyafetleri olan ve lehçe-i külhani konuşup, ona buna sataşan işsiz güçsüz serseri güruhunun bile bir faydası vardı. misal duçar olmuş küçük çocukları ve muhtaç dulları savunmaya mecbur hissederlerdi kendilerini. Soğuk kış günlerinde dersaadet'in dar sokaklarındaki çamuru kocaman çalı süpürgeleri ile süpürürler, kar yağanda ise karı kürerlerdi. eskiden istanbul'un sokaklarının ortası dere yatağı gibi çukur yapılırdı belki hatırlarsın. işte bu yalınayaklı külhan beyleri, muhitte oturanlardan talep ettikleri cüzzi ücret mukabilinde yolun iki yanındaki çamuru ortaya süpürür, yoldan geçene adım atacak yer bulma imkanı sağlarlardı. kimsenin adam yerine dahi koymadığın külhanbeyleri cemiyet ahlakını kirli çıplak ayakları ile çiğneyerek kelbi bir felsefe ile düştükleri sefalet batağında iken bile bir fayda sağlarlardı. neden tüm diğerlerinin ulvi bir amacı olması? kim bilebilir. bunu sen kendine sormalısın. ancak asla cevabı bulamayacağına da bahse girerim.

serseriler hakkında
ıvır zıvır şu bu

Güzelleme

Şükrü Saracoğlu’ndaki maçın 66.66’ncı dakikası idi saate baktığımda. Tuttuğum takımın yenilmekte olduğunun verdiği hüzün ile bünyeme ancak litre ölçüsü ile hesaplanabilecek miktarda yüklediğim alkolün tesirinde iken, külliyatını nerede ise hatim ettiğim inan6666’nın ayaktopundan bahis açmadığı aklıma geldi. Biraz kışkırtsam acaba kalem oynatır mı falan diye düşünürken, 25. Saat filminde Monty namlı torbacı pirinin ayna karşında yaptığı epik konuşması vasıtası ile kendisine bir güzelleme yazayım diye kafamda tasavvur etmeye başladım. Adamımız Montgomery Brogan, çocukluğunun geçtiği sefil Bronx’da sokaklarda top peşinde koşarken her türlü pisliğe basmayı tecrübe ettiğinden, parlak zekasına hürmeten aldıkları kolejde zengin bebelerine tombala çektirmeye başlayınca kapının dışına koyulmuş, narkotik kariyerin sağladığı $$$ istifinden ziyadesi ile zevk alıp, kendi kendisine ev, araba, çıtır Porto Rikolu manita tevdiatı yapmak yolunu tutmuştur. Yaşadığı bu zevk-i sefa dolu hayatın tadını çıkartırken daha çok $$$ istif etme hırsı ile tüm Hollywood filmlerindeki serseri bünyelerin en büyük hatasını yaparak, son ve büyük bir iş patlatıp piyasadan çekilmek kararı aldığından tüm servetini evdeki deri koltuğun içine güzelce zula ettiği sandığı bir gün, lacivert üstüne sarı yazılı yağmurluklarından her Türk evladının görür görmez tanıyacağı DEA departmanından ajanlar ansızın kapısını çalarak metazori misafir olmuşlar, zulayı anında açık ederek Monty’nin yekün sermayesine ve bilhassa geleceğine ipotek koymuşlardır.

Necip Türk evladı paranın neden bankada faiz beklentisi eşliğinde mışıl mışıl uyumak yerine, deri koltuk içinde kıç altında baskı görerek huzursuz zula yeri seçtiğini merak ederse diye not düşüyorum, Amerika Birleşik Devletlerinde, kale gibi yıkılmaz, tank gibi ezici Anglo-Sakson hukuk sistemi ile tesis edilmiş nereden buldun ulan bu kadar parayı mekanizması yürürlükte olduğundan, narkotik kariyer marifeti ile elde edilen $$$ istifinin memleketimizdeki gibi el kol sallayarak bankaya tevdi edilmesi imkanını bulunmamaktadır. Zira anında FBI falan evinize camdan girmek münasebeti ile hayatınızı kaydırabilir. Bu tehlikeyi işaret ettiğimden ilerideki ticari hayatınızda dikkat ve itina göstereceğiniz varsayıyorum. Bu çekince güzide memleketim için mevzu bahis değildir. Memlekette iseniz, rahat olun.

Adamımız Monty, işlediği suçtan dolayı çıkarıldığı mahkeme kararı neticesinde Otisville’deki dinlenme tesislerinde ömrünün yedi yılının geçirmek ile cezalandırılmıştır. Edward Norton’un oynadığı Montgomery Brogan’ın en büyük korkusu, Amerikan Hapishanelerinin yine tüm Hollywood filmleri vasıtası ile bildiğimiz alameti farikası olan fiili livata yolu ile ihtiyaçlarını giderme hacetine giden dopingli kaslı, iri yarı, insan azmanı, zenci/beyaz diğer erkek mahkumlardır. Cemalinin hayli düzgün olduğundan ilgiye mazhar olacağı endişesi kendisini yiyip bitirmektedir. Zira kahramanımıza hayat veren Edward Norton’un daha önce canlandırdığı Derek Vinyard karakteri ile bu acı ilacı tecrübe etmiştir. Sanırım bu çok okuyan mı yoksa çok yiyen mi bilir münazarasının galibi ancak tecrübe sahibidir. O yüzden kendisine itimat etmekten başka imkanımız olduğunu sanmıyorum. Sırf yüzden bile insan Türk olmaktan gurur duyabilir. En azından güzide memleketimizdeki tutukevlerinde götümüz güvencededir aziz kardeşlerim.

Geride bırakacaklarının en güzel tezahürü manitası Naturelle Rivirera’nın bedeni vasıtası ile henüz gözlerinin önünde kıvrak bir dans icra eder iken, ilerdeki karanlık günlerin verdiği iç sıkıntısı ile yaşadığı iç çatışmaları, sosyal tepkiye dönüştüren Montgomery Brogan rolünü takdire şayan başarı ile oynayan muhterem Norton’un, babasına ait barın tuvaletindeki aynanın karşısında küfür marifeti ile kendi mezhebince modern Amerikan toplumunun eleştirisini yaptığı tiradını icrası, sanırım benim gibi pek çok olan hayranlarının zihnine kazınmıştır.

İşte ben kafamın içinde, umarsızca havlayan ve eski sahibi Sait Faik olan yazmasam çıldıracaktım namlı itin ulumalarını dinlerken, bunları tasavvur ediyordum ki; uzatmada atılan golümüzü saymayan hakem tüm haleti ruhiyemin içine etti. Kızıla çalan öfkemin eşliğinde eve gitmeden önce sakinleşebilmek maksadı ile oturduğum kahvehanenin manzarasına giren sinema afişlerini görünce, üstadın son mucizesinin gösterildiği akabindeki seansa iki bilet alıp şizofren bünyem ile beraber girmeye hak kazandım.

Burada beni sevenlerin kuzu diye seslenmelerinden bile biliyorum ki, kuzu olmak sevilmeye eş değerdir. İş bu kelimeyle hitap edilmek bile insanın mutlu olmasına yeter de artar. Peki o zaman analarının kuzularını ne yapacağız? Anaların yitirdiği kuzularının acısı ile yüreklerinin yangınının içimizi kül ettiği, işbu acıya göz yaşlarımın sel olup aktığı bu mübarek film pek çok mühim noktaya işaret ediyor. Misal, o kuzusunu kaybeden anadan başka hiç kimse onun acısını anlayamaz, yaşayamaz. Her kim ki, senin kaybın ile benim de yüreğim yanıyor diyerek ve ondan daha çok feryat figan ediyor ise; bu süfli yaratığın muhakkak ek yeri vardır. Böyle bir acının karşısında insan evladı, ancak sus pus olur, oturur, ağzını bıçak açmaz. Tersini iddia edip, orta yerde dile getirenin alnını karışlarım. Ancak o mukaddes ana, kuzucuğunu yıllarca koynunda saklamış, kendi öz sütü ile büyütmüş, yuvadan yolcu ettiği gün başına bir şey gelir korkusu ile yüreğini sıkıntıya, kedere boğmuştur. Kim ki, eğer o ana evinde oturup gözyaşlarını içine akıtırken, meydanı işgal edip yüreğim yanıyor diye üstünü başını yırtıyor ise, sahtekarın, kolpacının, yalancının önde gidenidir. İşte bu ayarda kişiyi bir kaşık suda boğmak geliyor içimden. Bu yüzden bir ananın kuzusunu ölüme göndermek, dağ gibi büyük mukaddesat ve irade ister ki, tarih seni şerefinle yazsın. Bunun numunesi parmak ile gösterecek kadar azdır. Fatih Akın, sözü benim de evvelce bahis açtığım İsmail’in kurban edilme hadisesine getirmiş ki, babasının küçükken bu meselden hareketle, kendisini kurban etmemek için tanrıya karşı bile mücadele edeceğini söylediğini aktarınca, arasının bozuk olduğu babasının hasreti gözleri ile dolan, işte bu Almanya’da Alman gibi yetişen Alman Dili Profesörü’nün kendisidir. Netice; ne kadar tersi için çaba gösterilmiş olsa da Nejat, Türk oğlu Türk’tür. Bayram namazına giden kalabalığı görünce ne olduğunu idrak eder, babasını bulmak maksadı ile köyünün yolunu tutar, sanırım bulunca da elini öpecektir. Aziz kardeşim, madem ki, Türk bir durumun adıdır, sen de damarlarında akan, dünyanın hem en sahtekar, hem en mert kahramanını çıkarabilecek imkanı sağlayan kanının, Türk markalı olduğunu durum icabı farkına var, mevcudiyetini gözden geçir. Üstelik de acı vatanı kendi gözünle görmüşsün. Daha iyi takdir edeceğinden eminim.

Fatih Akın hakkında bir rivayet okumuştum. Askere gitmek mecburiyeti konusunda kendisine talep gelir ise, askere gitmek yerine Türk vatandaşlığından çıkacağını beyan etmiş. Bunun üzerine bu mübareğe söylemediklerini bırakmadılar. Hain, filan, ıvır zıvır şu bu. Çıkma kardeşim, vatandaşlıktan. Sakın çıkma. El ele tutuşup gidelim Genelkurmay’a. İşte bu kıvırcık kuzu yapacak benim yerime askerliği dersin, ben senin yerine değil bir, bir düzine kez yapmaya razıyım askerlik vazifesini. Zaten bir kez yapmak bana yetmemiş, tadı damağımda kalmış idi. Sen film çekmeye devam et, ben sınırda nöbet bekleyeyim. Çünkü sen Türklük gururuna benim sarsakça tuttuğum nöbetten daha büyük katkı sağlıyorsun. Senin çektiğin film vasıtası ile ben Türk olmaktan büyük gurur duyuyorum. İşte diyorum, dünyanın en büyük sineması Türk sinemasıdır. Lanet olsun bana ki, bir daha para verip gidersem Amerikan filmlerine. Kahrolsun emperyalizm, fuck the european union, şu bu. Türk sineması bana göre dünyanın en büyük sinemasıdır. Çünkü ben Türk’üm. Fatih Akın’ın da Türk sineması ile tüm ilişkisi ancak Türk olmasından kaynaklanır. İşte Türk olmak durumu şuna işaret eder ki; o film senin için ruhuna en çok tesir eden filmdir, ancak tesiri kısadır. Çünkü Türk’ün imalatındaki en büyük kusur hafızasının yetersiz olmasıdır. Hem filmi seyrederek gurur duyar, hem de askere gitmediği için Fatih Akın’a küfreder. Hem milletin makus talihini kurtardığı için kendisine hürmet eder, hem de Trikopis’i yendiği yerde taş atarak kafasını yarar. Bunun temsilleri pek çoktur. Saymak ile başınızı şişirmek istemem. Zaten pek de üzgünüm. Fatih Akın, sağol, varol, nurol...

Kazım Koyuncu Aziz Anısına
Ruhu Şad Olsun.

27 Ekim 2007 Cumartesi

Usturanın Sırrı

Babam Süleyman Efendi berber idi. Zanaatı ondan kaptım. Dar günümde karnımı tok tutacak azığımı sağlayan zanaatı öğrettiğinden, Allah kendisinden razı olsun. Usturayı incelik ve itina ile kullanırdı. Saç, sakal, bıyık, tüy, kıl dinlemez, bunların hepsine çeki/düzen verir, fazlasını burçak tarlasında tırpan misali biçer, sağ koymazdı. Bu meyanda budanan kıl hemi daha gür çıkar, hemi güzelleşirdi. Rengi koyulaşır, yılların remzi olan aklarından arınır, insanın cemali pür-i pak olurdu. Has erkeğin güzelliğine, süsüne ustamın katkısı mühimdir.

Dükkana gitmeyi pek severdim. Çocukluğumun en renkli hatıraları, çarşıdaki dükkanda geçen çocukluk yıllarıma dairdir. Esnafın yaşıtım olan çoluk, çocuğu ile küçük yaşta başlayan dostluğum geçen yıllar sayesinde besili bir öküz gibi büyüdü, gelişti. Ben de her daim sütün içmeye itina ettim. Bugün bünyemin o öküz gibi güçlü olması, küçük yaşta aldığım kalsiyum, vitamin, ıvır zıvır şu buna dayanır. Şişman kasabın sinirli küfürbaz, bakkalın kurnaz hınzır, manavın sakin terbiyeli evlatları, şahsiyetimin çok pahalı bir İsviçre saatinin çarkları misali tıkır tıkır ve kusursuz işleyen parçalarını meydana getirdiler. Yaramaz, hınzır, kavgacı, gözünü budaktan sakınmayan haytalar ile geçirdiğim günlerin tadı hala taze kadayıf gibi damağımdadır.

Pek kuvvetli dostluk bağları sayesinde, her gün dükkana gitme tutkusu ile erkenden kalkar, babam ile elimde sefer tası yola çıkardım. Elim ustura tutmaya başlayınca, babamın üstüme incelikle eğilmesi sayesinde insanın en büyük zırhı olan derisine yek çizik atmadan suratından kurtulmak istediği tüm tüyü/kılı kökünden hal etmeyi öğrendim. Parmaklarımın arasında tuttuğum ustura yardımı ile girdiğim nice savaştan, güneşin günlük seyahatinden uzun sürmeyecek zaferlerle çıktım. Bileğimdeki yılankavi kıvraklığın farkına varan babam, usturanın sırrını vermek kararı aldığında on dört yaşında idim.

Meğer usturanın en büyük mahareti kılla, tüyle gündelik savaş vermekten ziyade, türlü hastalığı kan akıtmak yolu ile iyi etmek imiş. Bu mucizenin gerçekleştiğini ilk gördüğüm andan itibaren kutlu zaanata hayran kaldım, muvaffak şekilde temsil etmek için elimden geleni ardıma koymadım. Üstünde zanaatımı tatbik etme fırsatı yakaladığım türlü irin dolu yara sayesinde sıhhat verme becerimi geliştirdim, berberlikten ziyade bunun üzerine eğildim.

Kan akıtmak türlü derde çaredir. Adem oğlu yek diğerinin kanını akıtarak bir çok defa sıkıntısının üstünden gelmiştir. Daha önce bahsini açtığım üzere, Habil ile Kabil’in öyküsünden başlamak üzere, insan kardeşinin kanını akıtmaktan imtina etmeden derdinin hal çaresini bulmak çabasını ortaya koymuştur. Buna mecburdur. Kimi zaman nefsini müdafaa etmek, kimi zaman eldekinden fazlasına sahip olmak ülküsünü güderek usturasını/bıçağını/kılıcını kullanıp yaradaki cerahati akıtmış, hastalık ile olan mücadelesinde karşı tarafa/kendine üstünlük sağlamıştır. Ancak Allah rızası için insan kanı akıtmak yetmez, kıvırcık tüylü kuzuyu da Besmele ile şah damarından kesmek lazım gelir.

Yaranın biriktirdiği cerahat ile mücadele etmek için kullanılacak olan usturanın en tehlikelisi aynı zamanda en tesirlisi olan insan aklıdır. Usturanın makbulü ise ancak ve ancak çelikten mütevellit olanıdır. İş bu ustura yaraya çalınmadan önce, biley taşına bir kılı ortadan ikiye bölecek kadar keskin hale getirilmek maksadı ile iyice sürtülmelidir. Kılı yaracak kadar keskin hale getirme işi ise zanaatın en önemli cüzlerinden biridir ki; büyük el mahareti ve pür dikkat gerektirir. Usta berber, yek bıçağı keskinleştirme gayesi ile tüketmeden önce sayılamayacak kadar çok yaraya müdahale edebilirken, bu işin acemisi, bilek yerine kol kuvvetiyle kesmek sureti ile bıçağı bastırır, tez zamanda keskin tarafını kör eder, tekrar bileyi, tekrar köreltme kısır döngüsü içinde usturasının çeliğini tüketir, sıhhat verme amacına çok bıçak kurban eder. Neticesi pahalıya mal olur. İşte işin dilemması burda ortaya çıkar ki; usturayı yaraya çalmak maksadı ile iyice keskinleştirmek için yapılan bileyi işi, bıçağın kendisini inceden tüketerek mümkün olur. Bu yüzden bilek mahareti ile kullanılan usturayı kısa zamanda köreltmeyen berber/cerrah, sıhhat verme işini en iktisatlı yapandır. Üstünde titizlikle düşünülmelidir.

Yaranın/meselenin çok derin yada yüzeyden incelikle kesilmesi işlemi, hastalığın derinliği veyahut önemi ile ilgilidir. Öncelikle tetkik gerektirir ki, bakan gözün tecrübesini öne çıkartır. Derin yaraya müdahale pek meşakkatli bir iştir. Daha önce işaret ettiğim üzere, kemiğe dokunduğu için çok defa körelme ihtimali olan usturanın, tekrar tekrar bileylenerek tükenme, yarayı iyileştiremeden heder olup gitme ihtimali kuvvet kazanır. Bu ihtimal mühim bir tehlike teşkil ettiğinden üzerinde titizlikle durulmalı, hasta ancak usta bir cerrahın ehil ellerine teslim edilmelidir. Acemi berberin, yarayı iyi etmek maksadı ile attığı kesikler neticesinde, cerahatten önce kanı döküp tüketerek insanı canından etme ihtimali hastayı sevenlerin gönüllerine korku salmalıdır. Bu yüzden, cerrahın ucuzundan ziyade, paraya kıyarak ustası tutulmalı, insan hayatının değerinin muhasebesi katiyetle yapılmamalıdır.

Mesleğin sırrı, dille aktarma yolu ile verilemeyeceğinden küçük çocukların işbu yazıyı okuyarak, az bilmesi mesnedinin verdiği cesaret ile türlü hastaya müdahale etmeye kalkması korkusu, cerrahın mesleğini anlatma işini daha ileri götürmesine engel olmakta, gönlünde bir sınır teşkil ederek tecrübesini tevcih etmesinin önünü kesmektedir. Zira az bilenin cesaretinden sakınılması gerektiği bir çok muhterem meslek mensubu usta tarafından defalarca dile getirilmiştir. Hayat kurtaran cerrahlık mesleği, yıllarca emek harcamadan, ter/kan dökmeden, icra ederken hastayı sehven hakkın rahmetine kavuşturma korkusundan ülser olma tehlikesi hissedilmeden takılacak altın bilezik değildir. Her kendini hevesle öne atan tarafından tatbik edilemez. Mümkün değildir. Daha önce de belirttiğim üzere ehliyet ve ihtisas gerektirir. Allah hepimizi diğerinden sakınsın. Usta cerrah hayat kurtarır. Kan akıtmak marifeti ile cana can, kana kan katar. Ömür zincirinin halkalarına Midyat işi telkariden halkalar ekler. Böyle biline.

21 Ekim 2007 Pazar

Dişçi Korkusu

bundan on sene kadar önce, henüz okuduğum sırada beni, acıdan çıldırtıp sokaklarda koşturacak derecede ağrıyan dişimi çektirmek için gittiğim bir diş hekimi, işi güreşe döküp beni kündeye getirme azmi ile yüklenince çat sesi ile ortadan kırmıştı azı dişimi. bu yenilgiden sonra uzun süre tekrar mindere çıkma cesareti göremedim kendimde. ancak aradan bir kaç yıl geçip ağrı tekrar en üst noktaya vurma çabası ile taksici teyplerindeki ekolayzır zımbırtısı gibi zıplamaya başlayınca çareyi tekrar kendimi bir dişçi koltuğuna atmakta buldum. ancak bu sefer bir acı değil yakıcı bir aşk yaşamak kısmetmiş. şah devriminden sonra iran'dan kaçarak türkiye'ye gelmiş bir ailenin kızı olan bu muhteşem kadın, hacettepe'de okumuş, daha sonra amerika'nın bilmem ne tıp fakültesinde adını söylemekte zorlandığım bir dalda uzmanlık yapmış bir afet-i devrandı. sen kimsin necisin sorusunu ansızın sorsanız ağzımdan ben meme düşkünüyüm kelimelerini kaçırmaya engel olamayacak bendeniz için, dişimin sökülmesi bahanesi ile o canım memelere kafamın yaslanması lütfunun verilmesinden ziyadesi ile serhoş olmuş, uyuşturucu verilmesine gerek olmadığından dem vurmuştum. ancak o melun kırık dişim hekim gömleği giyen acem prensesinin memelerinden daha yumuşak olan elceğizleri marifeti ile o kadar kolay yerinde fırlayıp düşüvermişti ki ben bunu sadece tatlı söz ile olabileceği kanaatindeydim o güne kadar. başımı yasladığım yumuşacık memelerden ayrılma vaktinin geldiğini anlamış, anamın karnından beri bu kadar huzurlu bir ortam bulma şansına ilk defa eriştiğimden ayrılmamak koşulu ile tüm dişlerimin yerinden sökülmesine razı geldiğimi haykırmıştım. bu isteğim ise bir defa daha görebilme şansına erişebilmek için değil tüm dişlerimi, kalbimi bile kendisine vermek için yerinden sökmeme razı olabilecebileğim bir gülümseme ile karşılandı. yaşa, varol, nurol kraliçem.

Cevaben...

ah belli ki romantik birisin. insanın aşk ve sevgi olmadan cinsel ilişkiye girmemesi gerektiğini telkin etmişsin. pek güzel. ancak tamamen muğlak bir ifade. farzet ki; ben bütün güzel kadınları seviyorum, hepsine de hemen aşık oluyorum. bir gülümseme görmeyeyim. ne sen tersini ispat edebilirsin, ne de ben aşkımdan kuşku duyuyorum. ah o kiraz dudaklar, saman saçlar, menekşe gözler, ince beller, kuğu boyunlar... o taktirde bütün güzel kızların koynuna kadim tanrı zeus misali girmem, senin ahlak ilkelerine göre hatalı bir davranış olmaz değil mi? ha sen öyle aşk mı olur, hadi be ordan demeye falan kalkma sakın! zira aşkı ya da sevgiyi ölçmenin hiç bir ölçüsü olmadığı gibi aşkmetre, sevgiölçer gibi cihazlar da henüz türkiye'ye gelmedi. avrupa'da amerika'da falan varsa bilemem. o yüzden telkin etmeye çaba gösterdiğin ulvi düşünceler hiç bir şekilde pratik olarak uygulanamaz. baskı kurmaya çok hevesli toplumun oyuncağı olur. bak sen şimdi böyle temiz(!) duygular içinde olabilirsin. içinden geldiği gibi yaşa. sana kimse karışamaz. ama isteyen istediğini öper, koklar. aynı şekilde el ne karışır. bu protestan ahlakçısı tutum da senin karşı olduğun korku toplumundan başkasını işaret edemez. o halde bunu modernizme falan bağlamak çabası niye? her devirde bu beyledir. ah bir de kadınlar toplum içinde dişiliğini/bedenini ön plana çıkarmasın istemişsin. çünkü bu kadının ezikliğine delalettir sanmışsın. aksine kardeşim. tam aksine. bu işaret; biz gibi erkeklerin eksikliğine işaret eder. biz, kendine güven kıvılcımının tutuşturduğu femme fatale'in cazibe ateşinde tutuşup gitmeye razı olan ateş böceklerinden başka bir şey olmadığımız içindir bu korku: kadının zincirlerinden kurtulmasından kaynaklanan. çatışmayı yaşayan biziz. zira en ufak tezahürü ile kadın bedeni/cilvesi bizi toz haline getiriyor. ben razıyım. bütün kadınlar tüm dişilik silahlarını sergilesinler. mini etekler, yırtmaçlar, topuklu ayakkabılar, görünür/görünmez göğüs dekolteleri eşliğinde ölelim öleceksek. bare ölümümüz zevkli olsun yau.

6 Ekim 2007 Cumartesi

Kudüs Günü Zımbırtısı...

Kudüs günü diye bir saçmalık icat etmişler.
buraya bu mukaddes günü haber verme ihtiyacı hisseden maneviyatı kuvvetli muhterem şahsın bilmediği: işgal altında kaldığını sandığı harem-i şerif'in müslüman tarafında kaldığıdır. peygamberimizin mirac'a yükseldiği kubbet-üs sahra'da müslüman'ın elindedir. e şimdi ne ayak bu kudüs günü. sanki müslüman arap, kudüs'ü yahudi'nin elinde almadı? yani zorla aldığımız şimdi zaten bizimdir. ama ne? yahudiler altını oydu da devirecek kubbeyi? neden devirsin ama neden? ulan senin ömer camii dediğin mescid-i aksa yahudi'nin dünya üzerinde kendine yapabildiği, üstelik seninle aynı tanrıya taptığı, hatta dünya üzerinde tek tanrıya inşa edilen ilk tapınak olan süleyman tapınağı değil mi? neden yıksın. üstelik sen müslüman olarak o süleyman'ı nebii kabul etmiyor musun? ediyorsun. pekala. yahudi neden yıksın kendi tapınağını? başvekil de zamanında beyle bir lafı ağzında geveledi de senin küçük gördüğün yahudi höt sikertirim bu lafı bir daha ağzına alanı demedi mi? hatta denetleyicem, görücem diyen ömer'in uçağını da havada tur attırıp geri göndermedi mi? hah. peki sen neden elinden aldın adamın memleketini zamanında? bunlar önemli değil. Allah'ın Kuran'da yahudi'yi kendisine tapan halk olarak diğerlerinden ayrı tutması da önemli değil. ne önemli arap kudüs'ün tamamını istiyor. o önemli. peki biz burayı 400 küsur sene huzur içinde yönettik. yönettik ki hala şehrin anahtarı türk ailenin elinde de her sabah mescid-i aksa'nın kapısını bu aile açıyor. ne zaman elimizden çıktı kudüs? arap ingilizle bir olup senin tanklar yürütüyor diye diş bilediğinin türk ordusu'na karşı ayaklanınca. zeytindağı'nı oku kardeşim. tarih öğren. sen seni bilmez isen patlatırlar işte enseni. e madem ingiliz ile bir olup bize karşı ayaklandın da kurtardın memleketini esarettten. ulan orospunun evladı o zaman bizden hala neden yardım dileniyorsun? mescid-i aksa'yı siyonistler yıkacakmış. pöh. bir kere yahudi'nin tadilat yaptığı ağlama duvarı'nın öte yanında. bir de ufacık çocuklara bomba bağlayıp sivil halkın arasında patlatan ne olacak? bu çocuklar şimdi şehit mi? pöh. otobüste işine giden adamı öldürünce mi cihad? peki o zaman neden ırak'a gitmiyorsun cihad etmeye sikilmişin evladı amerika'ya karşı isen? üstelik de koduumun abdullah yasin'i mesajında türkiyeli kardeşim buyurmuş. sana ne benim türk olmaklığımdan, türkiyeli olmaklığımdan? sen önce uyan da kendi ülkeni savun madem. göt. abdülhamit, senin müslümanlığın ancak michale jacksonunki kadar olabilir. tehlikede olmayan bir konuyu tehlikedeymiş gibi gösteren de ancak bundan çıkar arzulayabilir. eh bunun da dinimizle, itikadımızla pek ilgisi olduğunu göremedim. bunu buraya mimleyen güzel kardeşim tarih bilmez isen işte böyle yanlış eşeğin peşinden yanlış köye gidersin. pöh.

5 Ekim 2007 Cuma

Akeme yıkılmasın, Akepe yıkılsın...


Atatürk Kültür Merkezi'nin yıkımına onay çıkmış.
akeme'yi yıkma kararı çıkmış. hayırlı olsun. vatana millete. vatan deyince bu yıkım hadisesi menderes'in istanbul'un tarihi yarımadasına vatan ve hürriyet caddelerini yapmasıyla ortaya çıkmıştır. başvekil kendisini pek güzel örnek alıyor sanırım. rahmetli yukarıdan bakıp buraya iki tane cadde açın kocaman diye buyurmuş, dozerle mahalleleri yıkıp lank diye yapmışlar. e eski gelmiş tarihi yarımada gözüne. akeme de eski nerden baksan. bi kere içinde atatürk var ki, happened and ended bir hadisedir. izini, adını bile görmeye tahammül edemezler. gizli gizli fıkra anlatarak dalga geçmek isterler. ortaya çıkınca da ben aslında övmek istemiştim diye kıvırtmayı pek severler. sadece akeme'yi yıkıp yenisini yapmak olsa istedikleri ona da belki eyvallah diyeceğiz. ancak derdi sadece adı ile ilgili değil yıkmak isteyenin. içeri de bale olabiliyor, kızlar tayt giymiş, yada opera olabiliyor. bu da pek sevimsiz. akemeyi yıkıp shopping mall inşa etmek arzusu ile tutuşmuşlar. e modern zaman tüketim dininin kabesidir shopping mall. adı gibi mal eder insanı. operayı beğenmeyen zihniyetin pek mütanasip zevcesi gider, en ufak bir bölümünü dinleyemeye tahammül edemediğim operadaki hayaleti izler. hemi de broadway'de. pek de beğenir. oysa diziler var televizyonda. annem var misal. yada zoraki damat. o da olmazsa benden baba olmaz. izle gör. bütün dizilerde karakterler oruç tutuyor, namaz kılıyor, bir mümin bin mümin. bu dizileri izlemenin dinimiz yönünden de çok faydası var. orucun namazın faziletlerinden dem vuruluyor sürekli. eh bunları dinlemenin de sevabı var demiş imam-ı azam. halkımız çok sever sahtekarı. sahtekar olduğunu hemen anlar. hayatta kandıramazsın. ama enteresan tarafı o halde sever. sahtekar olduğunu bile bile sever. ne işin var opera ile bale ile. izleme kardeşim. git bülent ersoy izle, dinini öğren, hep bunları izle. şimdi sen opera mı izliyorsun da konuşuyorsun labunya demek geliyor içimden. izliyorum anasını satayım. var mı. opera, bale, tiyatro, klasik müzik. seviyorum lan ben bunları. azınlık laikçi elitim var mı? yerse. neyse efendim kemal paşa gençliğinde gittiği balkan ülkelerinde sittin sene önce opera binası dikdiklerini görür, hasedinden çatlar. ulan biz bunları asırlar boyu yönettik. bir arpa boyu yol gittik. adam klasik müzik demiş, senfoni, konçerto, ıvır zıvır şu bu. bizans fatih tarafından kuşatıldığında içerde din adamların kadınların kıyafetini tartışıyormuş. kahpe bizans. ama dünya küçüldü. bizans büyüdü. koca ülke. kim sallar cari açığı, dış borcu, petkim, falan filan. varsa yoksa türban. uzun lafın kısası endüstrikapital türban a.ş. bir deli kuyuya bir taş atmış. kırk akıllı çıkaramamış hesabı. at ortaya yünden yumağı. kedicikler oynasın. kim sallar, kerkük, musul, gece yürür terör usul usul. akepe yıkılsın akeme yıkılmasın.

27 Eylül 2007 Perşembe

Çekil Be Tiberias, Skywalker Geliyor…



“Efsane kutsal ve tarihi olayı anlatır: aktardığı, tarih öncesi dönemlerde zamanın başlangıcında gerçekleşmiştir. Efsane gerçekten olanı ve kendini tamamen ispatlayarak ortaya koyanı anlatır... Kısaca, mit doğaüstünün çeşit çeşit hatta bazen dramatik kırılışlarını günümüz dünyasına taşır.”
Mircea Eliade. Efsane ve Gerçeklik. New York: Harper and Row 1963 Sayfa 5-6

Mitin/efsanenin yegane amacı/fonksiyonu halka ayar vermektir. Yoldan çıkmaya hazır bu serseri kitleyi, kısık gaz lambası ışığında anlatılan cinli, perili, ejderhalı, kuzulu, masallar aracılığı ile günlük hayatta nasıl akıllı, uslu ve sadık davranacağını talim ve terbiye etmek gayesinden başkasını gütmez. Hükümdar ele geçirdiği bu mucizevi usulün sırrını kullanarak safların birbirine yakın durmasını sağlamak yolu ile iktidarına iktidar katar.

Hikaye/mesel anlatarak iktidarına iktidar katma zevkini alan bu sefil iktidar düşkününün kimi kendi imanının tam olduğuna kanaat getirdiğinden, kendini hikayeye, ehli keyif halktan daha çok kaptırır, kalbindeki ateş ile halkı tutuşturur, yakar, kül eder, sonunu hicran eder.

Kimisi ise anlatılanın mesel olduğunu bilerek halkı kandırma eşekliğini gösterecek cesareti kendinde bulur, bin yılları tozu kiri ile eskimiş, pörsümüş, yamalanmış patlak, çatlak hikayenin istediği kısmını verir/anlatır, istediği kısmını kendine saklar, anlatmaz. Sanıyorum bu münafık iktidar mensubu yekdiğerine göre daha tehlikeli iktidarını kaybetmemek uğruna her türlü haysiyetsizliği yapabilir, icabında tanrıya dahi isyan edebilir. Zaten Müslüman’ın kitabında münafık için cehennemin alt katının özenle hazırlandığı, kıyamet gününe kadar hali hazırda bekletildiği bundan dolayı aktarılmıştır.

Günümüzün post-modern çağında, horgörü mü demek lazım kestiremedim, halkın önünde yürüyen kimi akıllı/akılsız sallama fikir adamları, peşinde yürüyen kalabalığa anlatılan/aktarılan her türlü meseli/miti/efsaneyi reddedip, kutsala karşı uyarmayı kendine görev bildiği halde, ehliyetinin eksikliğinden mi bilinmez, ikna etmeyi beceremez, anlattığını yüzüne gözüne bulaştırır, halk da kendi inancının saflığını/naifliğini muhafaza etmeyi bırakmaz, kutsalın peşinden koşmaya devam eder.



İktidarın ölümsüzlük hissi veren kudretinin halkın afyonu yutmasına dayandığını tez zamanda kavrayan yeni dünyanın hükümdarı, kendi halkı ile yetinmez pek güzel işleyen sisteminin verdiği güvenle dünya üzerinde yaşayan tüm adem oğullarına Marlboro Man, Darth Wader, John Wayne hediye etmiştir. Üç günlük devletinin karanlık çağlara ait sagası/destanı olmadığını gayet farkında olduğundan yenisini uydurma/yazma/yaratma cihetine gitme ihtiyacı hissetmiştir. Üstelik de vazifesini yaparken, senin benim gibi sallapati, dandik iş ortaya koymamış, Ceddimizin tüm mirasını didik didik etüt etmiş, ortaya on numara iş çıkarmıştır aziz kardeşim. Bu uğurda kimi temiz yürekli muhterem zatlar işbirlikçi olup, bilerek/bilmeyerek bu ülküye destek olmuş, kanından/terinden akıtarak destek vermiştir.

Karşılaştırmalı Mitoloji bilim dalının evvel ahir en kıymetli sancaktarlarından olan Joseph Campbell, Yıldız Savaşları serisinin senaryosu yazılırken senarist George Lucas’ın elceğizinden tutmuş, masalın döşenmesine dağarcığından nebze vererek yol göstermiştir.

Campbell’a göre tarihin derinliklerinden kalan mitlerdeki/mesellerdeki kahramanlar, yek arketipik kahramanın varlığını ispat eder. Ortadoğu’dan, Hindistan’a, Cenubi Afrika’dan Sibirya’ya yayılmış insan coğrafyası üzerinde Gılgamış, Buddha, Odysseus, Thor, Cuchulainn hep aynı işlevi yerine getirir: insanı benzerleri arasında kendisinin olacağı bir yolculuğa hazırlar.


Üstat temelde üç ana bölüme ayırıyor kahramanın yolculuğunu:
Ayrılma, Erginlenme, Geri Dönüş

Ayrılma

1. Maceraya Çağrı
Kahramanımız Luke Skywalker yaşadığı köyden ayrılamamanın yarattığı sükut-u hayal içerisinde mutsuzdur, umutsuzdur. Beklediği müjde/haber, Çölden gelen gezgin satıcıdan aldığı iki Droid olan C3PO ve R2D2’dir. Droidlerden biri Prenses Leia’dan bir mesaj taşımaktadır.

Genç Prens Gautama Sakyamuni, Geleceğin Budası yaşamı terk etme düşüncesine kapılmasın diye babası tarafından yaşlanma, hastalık, ölüm yada rahipliğe ilişkin bütün bilgilerden korunmuştu; çünkü doğumunda ya bir dünya imparatoru ya da bir Buda olacağı kehaneti yapılmıştı.

Mitolojik yolculuğun Campbell tarafından “maceraya çağrı” olarak belirlediği bu ilk aşaması kahramanı çağıran ve onun ruhsal ağırlık merkezini toplumun sınırlarından bilinmeyen bir bölgeye çekmiş olan kaderi belirtir. Bu tehlikeli bölge uzak bir ülke, bir orman, yeraltında dalgaların altında ya da göğün üstünde bir krallık, gizli bir ada, sisli dağ tepesi ya da derin bir düş hali olarak; fakat her zaman çok biçimli varlıkların, hayal edilemez eziyetlerin, insanüstü görevlerin ve akıl almaz zevklerin mekanıdır.

2. Çağrının Reddedilmesi
Mitlerde ve halk masallarında çatışan çıkarların varlığından dolayı yanıt verilmeyen çağrı ile sıkça karşılaşırız. Çağrının reddi macerayı olumsuza devirir. Prens Kamerüzzaman’ın babası Şah Şehriyar’ın evlenmesi konusundaki teklifini reddetmesi bir örnek teşkil eder. Matrix’te Neo, kurtulmasını sağlayacak cam silme iskelesine çıkmaya cesaret edemez ve Ajanların eline düşer. Luke ise Obi Van Kenobi’nin Prenses Leia’ı kurtarmak için yolculuğa çıkma çağrısını reddeder. Ancak amcası ve yengesi ölünce çaresiz kalır.
Luke Babasına Ait Kılıcı Eline Alıyor.
Luke Babasına Ait Kılıcı Eline Alıyor.


3. Doğaüstü Yardım
Çağrıyı reddetmemiş olanlar için, kahramanın yolculuğunun ilk karşılaştığı kimse, karşılaşacağı badireler ve kapışacağı ejderlere karşı tılsımlar sağlayan, koruyucu bir figür, genellikle yaşlı bir adam ya da kadındır. Koruyucu figür, kahramanın hem bedeni, hem ruhi kuvvetler elde etmesini sağlar. Dante Vergillius ile, İsa Vaftizci Yahya ile, Yıldız Savaşları’nın kahramanı Luke ise kendisine bir ışın kılıcı veren ve kudret ile tanıştıran Jedi Ustası Obi Van Kenobi ile karşılaşır.
Tatooine'den Ayrılış
Tatooine'den Ayrılış


4. İlk Eşiğin Aşılması


Kahraman, kaderinin ona rehber ve yardımcı olan kişileştirmeleri ile birlikte macerasında, aşırı güç bölgesinin girişindeki “eşik muhafızı”na gelinceye dek ilerler. Bu tür muhafızları kahramanın yaşam ufkunun sınırlarını belirterek dünyasını sınırlandırır. Eşiğin ardında karanlık, bilinmeyen, tehlike vardır. Tanrıyı, insan görüşünden uzak tutan “Cennet Duvarı”, Cusalı Nicholas’ın anlattığına göre “karşıtların uyuşması”ndan oluşmaktadır ve kapısı “yenilinceye dek yolu engelleyen aklın en yüksek ruhu” tarafından korunmaktadır. Karşıtlık çiftleri, yolcuyu ezen fakat aralarından kahramanların her zaman geçtiği çarpışan kayalardır. Iason, Argo gemisi ile aralarından sıyrılmıştır. Luke için atlama eşiği bir uzay limanı olan Mos Eisley iken, Neo “kırmızı hap”ı yutar.
Balinanın Karnı : Çöp Kabini
Balinanın Karnı : Çöp Kabini


5. Balinanın Karnı


İrlandalı kahraman Finn Maccool’u Kelt dünyasında peist adlı canavar, Polinezyalı Maui’yi ise büyükannesi Hine-nui-te-po yutmuştu. Zeus dışında tüm Yunan panteonu baba Kronos tarafından yutulmuştu. Luke Ölüm Yıldızı’nda çöp tenekesine düşerken, Neo, insanların makinalar tarafından hasat edildiği bir biyo-elektrik hücrede gözlerini açar.

Bu yaygın motif, eşikten geçisin, kendini yok etmenin bir biçimi olduğunu vurguluyor. Fakat burada, dışa, görünür dünyanın sınırları dışına geçiş yerine, kahraman yeniden doğmak üzere içe doğru gidiyor. Kaybolma, inananın, kim ve ne olduğunu anlamasının mümkün olduğu yer olan tapınağa girmesine karşılık gelmektedir. İçerdeki tapınak, balinanın karnı, cennet toprağı, hepsi aynı şeydir. Tapınakların girişindeki ejderhalar eşik muhafızlarıdır. Yeterli gücü olmayan adayın girmesine engel olmak isterler. Kendini adamış kişinin bir tapınağa giriş anından bir dönüşümden geçeceği gerçeğini sergilerler. “Hiçbir yaratık” der Amanda Coomaraswamy, “varolmayı bırakmadan daha yüksek bir doğa elde edemez.” Gerçekten de kahramanın fiziksel vücudu yaralanmış, parçalanmış ve Osiris’te olduğu gibi denize ya da toprağa saçılmış olabilir.

Erginlenme ise ancak tek başına bir yazının konusu olacağından bu köşeden dönmem lazım. Kaynakça belirtmek moda olmuş bu aralar Hafif’te:

Kahraman’ın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Campbell, Kabalcı Yayınevi ISBN 975-8240-04-8

Bir de ilham kaynağı var.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Platipus Sevenler Örgütü’nün Peşinde

Avustralya’yı Tazmanya’ya bağlayan Monotrem, Ekidne İstasyonu’na doğru yaklaşıyordu. İkinci Viktorya döneminde yapılmış olan Ludwig Andreas FeuerBach İstasyonu oldukça gösterişli bir yapı idi. Fildişi kuleleri gökyüzüne, hatta gökyüzünde Tanrı’nın oturduğu iddia edilen yedinci katına doğru uzanıyordu. Ancak kreç taşının statik hesabından dolayı ancak üçüncü katına kadar inşa edilmişti. İnsan elinden çıkan bu güzel eser, arka plandaki Tanrı’nın elinden çıkan Beşik Dağı ve Kuğu Gölü’nün manzarası ile birleşince insanın hem göz hem gönül zevkini okşuyordu. Bütün gece Ornitorenk Etimolojisi çalıştığım için gözümü bile kırpmamıştım. Bu sayede bu manzarayı izleyerek keyfini çıkarma zevkini tatma ve tefekküre dalma fırsatım oldu.

Patty ise bütün gece mışıl mışıl uyumuştu. Kadınların tren gibi rahatsız ortamlarda bile bu kadar rahat uyumasına her zaman imrenmişimdir. Patty’nin annesi Polonyalı bir Karaim Tatarı idi. Zümrüt yeşili gözleri ve sert yüz hatlarını annesinden aldığı belli idi. Babası ise Afrikaanderdi. Makyavelist cesaretini Arquette soyadı ile birlikte babasından almıştı. Güzel kadındı vesselam. Ama güzel olduğu kadar da zeki, çevik ve ahlaklı idi.

Platipus Sevenler Derneği adındaki gizli örgütün peşine düştüğümüzden beri nerede ise ondört yıl olmuştu. O zaman genç bir dedektiftim. Bu hain örgütün kirli ilişkiler ağı ile bizim teşkilata, hatta Devlet-i Ali Süleymaniye’nin üst kademelerine bile sızabileceği rasyonelist yetiştirilme tarzım ile kavrayabileceğim bir olgu değildi.

Bizi Launceston’a getiren, örgütün üst düzey yöneticilerinden olan Hasan Ali Bin Sabbah’ın, burada olduğunu öğrenmiş olmamızdı. İstihbarat örgütümüz Teşkilat-ı Mahsusa, İnterpol ile bağlantıya geçerek, Sabbah’ın Nicklaus Suino takma ismini kullandığını, Corpus Christ adında bir kilisede vaaz verdiği bilgisini vermişti. Platipus Sevenler Derneği üyeleri için insanları zehirleyen düşüncelerini yaymalarının en kolay yolu şüphesiz ki, din adamı rolü oynamalarıydı. Sabbah; örgütün genel politikasına göre yeni bir kimlik ile kendini bir Benedikten Rahibi olarak tanıtarak bu önemli kilisede kendine yer bulmuştu. Bir süredir telefonları ANZAC polis gücü tarafından dinlenmeye başlanmıştı.

Hasan Ali Bin Sabbah, Saint Petersburg’un Podolskaya kasabasında oniki çocuklu bir ailenin en küçük erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası kasabadaki Ortodoks Kilisesi’nin papazıydı. Annesi ise bir Eşkenaziydi. Ailesinden Hristiyanlık ve Musevilik’i öğrendi. Moskova’da Sovyet Dünyevi İlimler Akademiyası’nda okurken tanıştığı ve aşık olduğu Azeri kızı Nisa’dan da İslam’ı öğrenmeye başladı.

4 Eylül 2007 Salı

Platipus Sevenler Derneği Tehlikesine Dikkat!


Akademiden mezun olduğumun altıncı ayında, dedektiflik sınavına girerek, kursa gitmeye hak kazanmıştım. Milet’teki eğitimden döndükten sonra Smyrna Emniyet Müdürlüğü’nde vazifeye başladım. Bağlı bulunduğum organize suçlar sigma şubesi ekipler amiri Emmanuel Kant, beni, uzun süredir takip ettikleri çok tehlikeli bir organize suç örgütünü izleme görevine vermişti. Platipus Sevenler Derneği adındaki masum görünüşlü bir felsefe derneği gibi çalışan bu kuruluş, tüm ülkedeki şubeleri ile çok tehlikeli bir amaç peşinde olabilirdi. İşte benim amacım, çok geç olmadan bu tehlikeyi ortaya çıkararak bertaraf etmekti.

Ofisleri, George Bataille Bulvarında, oldukça modern ve gösterişli olan Ampri Kritisizm Plaza’nın yedinci katındaydı. Teşkilattan memur arkadaşların söylediğine göre plazayı yaptıran adam çok zengin bir Musevi idi. Ana tarafından kuzeni olan Sigmund Freud adındaki çok ünlü bir doktor ile Avrupa’nın önemli başkentlerinde akıl hastaneleri varmış. İlk yaptığım incelemede derneğin merkezinin iki kapı yanında kiralık bir ofis olduğunu öğrendim ve burayı tutmaya karar verdim. Böylelikle hem dinleme cihazlarını yakına yerleştirebilecektik, hem de bu azılı suçluları sürekli izleme imkanı bulacaktım.

İki gün sonra ofisi kiraladım ve bir yağlı kağıt çetesine yapılan operasyonda ele geçirilen maun mobilyaları, teşkilattan arkadaşlar ile taşıdık. Bunun gibi gizli kimlikle yapılan izleme işlerinin en güzel yanı, görüntüdeki işi çaktırmadan gerçekten yapıp üç beş çorba çıkarmaktı. Hatta akademideyken hep anlatılan bir efsaneye göre, şair Korhan Demir, ilk görevinde izleme yaptığı bir kadın şaire aşık olarak şiir yazmaya ve domino oynamaya başlamış, daha sonra da mesleği bırakarak bu yolda dünyaca ünlü olmuş. Hatta bindokuzyüzyetmişsekiz Pasteur Bilim ödülünü almış, bindokuzyüzseksen yılında ise Sovyet Pesimist Monarşiler Birliği’nin en büyük domino ödülü olan Svıjny Bars yani Kar Leoparı ödülünü almayı başaran ilk Hun olma şerefini tatmıştı. Bu yüzden bir gün önce Delfi Mabedi’nin ordaki zanaatçılara yaptırdığım tabelamı hevesle astım. Tabelamda, tasarımı kendime ait olan, büyük bir omega harfi ve içinde birbirine çapraz duran iki adet yaylı tambur olan logom vardı. Bu tabelayı gören herkes, eski el yazmalarını tamir eden bir degüstatör olduğumu hemen anlardı.

Söz konusu menfur derneğin büyücek yapılmış tabelasında ise bir eşkenar üçgenin içinde kendi kuyruğunu yutan bir yılan vardı. Altında ise Türkiye Platipus Sevenler Derneği yazıyordu. Bütün A harflerinin altına nokta koyulmuştu. L harflerinin ise A’la ile özellikle yakın yapılmaya çalışılmış olması ve sona koyulan renksiz ama kabartma H harfi, görmeyi bilen gözler için yaptıkları pis işleri maskelemeye çalıştıklarının apaçık bir işareti idi. Ayrıca tabelanın dört köşesine gelişi güzel sıralanmış rakamlar vardı. Bunları iyice inceleyip, şifresini çözebilmem için bir yüksek çözünürlüklü bir takografını çekip Beyazıt Halk Kütüphanesi’nde bulunan merkezdeki uzmanların yardımını almam lazımdı.

30 Ağustos 2007 Perşembe

Dostlar Arasında Dostoyevski’nin Lafı Olmaz.


İnsanın böyle dostları olunca düşmana ihtiyacı kalmaz. Bedenine zararlı her türlü faaliyeti yapar, aşırı düşünür, kafayı zorlar, uykusuz kalır, terler, tetebber. Yazar Ursula K. Le Guin’in yazdığı Mülksüzler romanı, Üstad Dostoyevski’nin Ecinniler romanına cevaben yazılmıştır diyebiliriz. Üstad romanı, ünlü Rus anarşist, Neçayev’in hayatı ile ilgili yazmış. Ecinniler adını koyması sizi şaşırtmasın, Üstad koyu hristiyan olduğundan mütevellit Neçayev’i şeytani kabul görmüş. Yani cin tutmuş, ruhuna şeytan girmiş diye adlandırmış. Aynı zamanda da mülk sahibi anlamına geliyor possessed kelimesi. Ursula hanım efendi de, bir ince gönderme yaparak The Dispossessed koyuyor romanını adını. Bildiğiniz üzere Dis takısı İngilizcede olumsuzluk ihtiva eden bir ek. Bu durumda mülksüzler anlamına da geliyor. İşte bu mülksüzler/sahipsizler kelimesi marifeti ile romanda tasvir ettiği anarşist toplumun en önemli özelliğini vurgulamaya çalışıyor.

Anarres Gezegenin’in sakinleri, ne bir şeye sahipler, ne de sahipleri var; emir almıyorlar ve vermiyorlar. İki anlamda da özgürler: hem Marx’ın Proleterya’yı tanımlarken kullandığı anlamda üretim araçlarından özgürler, hem devletten, patrondan yöneticiden özgürler.

Romanda mülksüzlerin yaşadığı gezegenin adı Anarres. Anarşiyi çağrıştırdığı açık. Yunanca arche baş ve olumsuzluk öntakısı ana’dan oluşan anarche kavramı, kavram/kelimesi başsızlık anlamına geliyor. Peki bu durumda Acephale ne anlama geliyor?


Bu yazının amacı inan6666’yı tahrik edip konu ile ilgili yazması için kaleme alındığı halde, untouchable zen’e de bir soru sormak amacını taşır. İdrak edemeyen, bi-idrak olduğunu fark edemiyorsa nasıl susmasını öğrenecek?

Mülksüzler, Metis Yayınları, ISBN 975-7650-26-9

Yazı yazılırken, Bülent Somay’ın yazdığı önsözden aşırı derecede yararlanılmış, hatta bir parça apartılmıştır. Kendisinin ellerinden öperim.

Biz Denedik Tam Anlayamadık. Kordon'da Bira içmeye Gidiyoruz.


Hafif’ten tanıdığım arkadaşlarımdan biri, biranın çocuklara zararlı olduğunu anlatan bir yazı yazınca, Kopanisti insanı ve ben, Hafif’in iki sokak çocuğu olarak, ahkamlarda uzun uzun biranın faydalarından bahsetmiştik. Ancak ikimizde, fikrimizden emin olamayıp, gidip denemeye karar verdik. Gittik ve denedik. Biranın böbreklere iyi geldiğinin inanılmaz bir bilinmeyen olduğunu gördük. Ancak geçen gün yine sevdiğimiz bir arkadaş, biranın faydalarından tekrar bahsedince, bu yeni öğrendiğim faydalarını da, gidip yerinde tespit etmek ihtiyacı duydum.


Şimdi efenim, Kordon’da, Sirena diye on numara forma giyip santrafor oynayabilecek bir mekan yapmış babalar.
Üstelik de bikini manzaralı. Ben, 3 Eylül pazartesi günü gidip, biranın faydalarını test etmeyi düşünüyorum Sirena’da. Sanki siz geldiniz de, almadılar. Kamuya açık bir mekan kardeşim. İsteyen gelir, isteyen gelmez.

Yalnız, şu internet cafee’ye acaip gıcığım, gidip de orda kafasını gözünü patlatayım diyenler varsa, öncelikle karate ve judoda siyah kuşak sahibi olduğumu ve en iyi savunma saldırıdır kaidesini düstur edindiğimi bildirir, abicim ben şiddete karşıyım, gelin sizi bir öpeyim kanalını açar dinlemeye başlarım.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Humanus Est Terrenus, Ego Sum Immortalis


Hoc Est Enim Corpus Meum. Hıc Est Enim Calix Sanguinis Mei. Novi Et Aeterni Testamenti. Mysterium Fidei. Oui Pro Vobis Et Pro Mulin Effundetur In Remissionem.
Luka 22:20


Usta geçen gün, Hafif’te çok sevdiğim bir yazarın beni çok etkileyen bir yazısını okudum. Üstad’ın anlattıklarından aklımda kalan kadarı ile, insan hayatının faniliği, gelip geçiçi olduğu, göçüp giden Adem evlatlarından kiminin bu alçakgönüllü yazar gibi bir eser, kiminin ise bir dikilitaş bıraktığını nasibimce öğrendim. Biliyor musun ilk defa bir Yahudi, Sebt gününü ihlal edince mezarının üstüne taşlar yığılmış. Mezartaşı mevzusu böylelikle açılmış. Aman güzel kardeşim, her okuduğunu olduğu gibi mi bellersin hep? Nietzsche dememiş mi “Kendini bilgiye adayan için düşmanını sevmek yetmez, dostuna da kin duyabilmeli insan.” Diye. Bak şimdi ben sana bu metaforu tersine çevireyim senin için. İnsan oğlunun ilk ferdinden itibaren hepsinin mezarı ister taş, ister tahta ile işaretlidir. Ne oldu tahtayı beğenmedin mi? Oysa ki Yeruşalim’deki Golgotha Tepesinde gömülü Adem Babamızın mezarı üstüne, Tanrı öz oğlunu hepimizin kurtuluşu için feda etmemiş miydi? Usta biraz kafam karıştı. Şimdi İsa Aleyhisselam’ın çarmıhı mezar taşı mıydı? Aziz kardeşim anladım, hepsini baştan almam lazım geldi. Pekala dinle o zaman.

Sigmund Freud “Dinsel öğretilerin içerdiği gerçekler öylesine bozulmuş ve sistematik olarak tanınmaz hale getirilmiş ki, insanlık onları gerçek olarak görmüyor.” diyor. Tanrı’ya ilk bir canlıyı kurban eden, öz kardeşini kıtır kıtır doğrayan Kabil’dir. Adem Babamızın küçük oğlu ve öz kardeşi Habil’in, Tanrıya adak adadığı buğdayı kıskandığı için canına kıymış, bir de kurban olarak sunmuştur. Kitab’a göre Kabil, ilk cinayet, ilk kurban ve kardeşini öldürdükten sonraki duyguları üzere ilk pişman olma şerefine erişmiştir.

Buradaki buğday ile kurban ilişkisine özellikle dikkat et kardeşim. Kim ki buğday yetiştirmiştir, temiz kalpliliğinden başına muhakkak iş gelmiştir. Dikkat et, ne zaman ki Osiris, Mısırlı’lara buğday ekmeyi öğretmeye kalkmış, işte o saat başı belaya girmiştir. Yeryüzü tanrısı Seb’in oğlu Osiris, o zamana dek fakir olan Mısır’a, karısı ve kız kardeşi olan İsis’in keşfettiği buğdayı ekmeyi öğretmiş, onu yabanıllıktan kurtarmış, yasalar koymuş, tanrılara tapmayı öğretmişti. Osiris’i çekemeyen kardeşi Set, yetmiş iki adamı ile birlikte Osiris’i bir güzel sandığa kapatır, Nil Nehri’ne atar. Deniz yolu ile Byblos’a ulaşan Osiris’in canlı canlı gömüldüğü tabutunu, bin bir zahmet bulup, Mısır’a getiren İsis, oğlu Horus’un hasretine dayanamayıp, ziyaret maksatlı yola çıkarken sandığı ağır bulup geride bırakınca, domuz avlamaya çıkan, domuzlar alasıca Set, Osiris’i tekrar eline geçirir. Bu sefer işini sağlama alıp, Kabil misali biraderini kıtır kıtır ondört parçaya keser, bununla dahi yetinmez, parçaları kafasına göre Mısır’ın değişik yerlerine dağıtır. Ne yapsın gözü yaşlı İsis, atlar papirus sandalına, deltada gezer, sevgilisinin bedeninin parçalarını bulduğu yere gömer, bununla da yetinmez, her birinin üstüne bir tapınak diker.


Anladım Ustacım, Osiris’in bedeni, açıkça buğdayın tohumunun toprağa serpilmesini ve ekini anlatıyor. Peki orası tamam. Kendini halkı için kurban eden tanrı-kral meselesini daha önce uzun uzun anlatmıştın. Zaten ikimiz de, Joseph Campbell’ın külliyatını ağzımız açık okumamış mıydık? Peki sen şimdi bu ölü bedeninin üstünde göğe uzanan Osiris Tapınaklarını tanrıya ulaşmaya çalışsan Babilli’lerin diktiği kuleye de benzetirsin tahminimce. Sonra da kalkıp bu fallik simgesi Anima Mundi’dir bile dersin. Hatta mevzu bahis kuleyi, Druidlerin meşe ağacı, Süleyman’ın Mabedi, Buda’nın Bodhi Ağacı bile yaparsın. Bu işin sonu yok. Anladığım kadarı ile, Kahramanın sonsuz yolculuğunu çeviren tanrı-kral, halkının bekaasın için kendini feda ediyor. Gönüllü yada gönülsüz. Bu bana, kabilesi aç kalınca, kendini parça pinçik ettirip gömdüren, gömdürdüğü yerden mısır fışkırınca, kabilesinin karnı doyan kızılderili şefinin efsanesini hatırlattı. Tahmin ediyorum alegori aynı konuyu anlatıyor. Ayrıca bir de sünnet olurken ağaca bağlanan Avustraya yerlileri de aynı sembolizmin parçasıdır sanırım. Pekala buraya kadar anladım.

O zaman senin kentine biraz daha yaklaşalım kardeşim. Senin yaşadığın topraklarda doğdu Dionysos. Cadmus ile Harmonia’nın kız Semeli’yi kandırıp koynuna girdi Zeus. Bahar kadar güzel ve kıvraktı Semeli. Görür görmez aşık oldu ona Tanrılar Tanrısı. Kocasının koynuna girdiği Semeli’nin hamile kaldığını duyup, kıskançlıktan çıldıran karısı Hera, çareyi bu genç kızı kandırmakta buldu. Yaşlı bir kadın kılığına girdi ve budaklı bir değneğe dayanıp yollara düştü. Semeli’ye madem ki onu çok seviyor Zeus, o zaman karısına göründüğü gibi olanca görkemi ile görünsün diye ısrar etmesini telkin etti. Zeus sevdiği kadının ısrarına dayanamayarak, tüm parlaklığı ve haşmeti ile görününce, hem babasının sarayı hem de Semeli yandı gitti. Başka türlü demek gerekirse, aşkının ateşi ile yandı. Karnındaki oğlu o zaman daha yedi aylıktı. Zeus oğlunu sevgilisinin karnından çıkardı ve baldırına sakladı, günü gelince de doğurdu.

Ayağı kanatlı Hermes’e, oğlunu büyütmeleri için Nysa perilerine götürmesini buyurdu. Nysa Tepesi, tatlı ışıklarla yıkanan, ormanla kaplı bir dağ idi. Ormanı, serin sulu binlerce kaynaktan çıkan dereler süslerdi. Bu mutlu ve kutsal dağın perileri, kapısı ve duvarları asma dalları ve sarmaşıklarla donanmış büyük bir mağarada yaşardı. Haberci Tanrı Hermes, bebek Dionysos'u bir gece gizlice mağaraya getirdi. Dionysos mağaranın kapısına gelince, gökte parlak bir yıldız göründü, ortalık ayın ondördü gibi aydınlandı. Bu sayıyı hatırladın mı kardeşim. Peri kızları uyandılar ve ondan sonra Dionysos'a sevgiyle bakıp büyütmeye başladılar. Dionysos büyüdükçe, kırlarda dolaşır oldu. Bir gün, mağaranın duvarlarını saran üzümleri altın bir kupada sıkarak şarabı buldu. Yorgunluğu kovan, üzüntüleri dağıtan bu yeni nektarın verdiği keyfi, kendisini büyüten perilerle paylaştı. Erguvan rengi şarabı içenler, yaşama sevincine kavuşuyordu. Su ve orman perileri, bu mutlu buluşu kutlamak için, başlarını asma dallarıyla süslediler. Keçi ayaklı insan bedenli satirler, yaşlı silenoslar çalgı çalıp türkü söylemeye, oynamaya koyuldular.

Nietzsche’ye göre, taşkın ve coşkun duyguların sembolüdür Dionysos. Şarabın insan üzerindeki türlü etkilerini simgeler, belli ölçüde alındığında faydalı olan, insanı neşelendiren, coşturan şarap, aynı zamanda insanın mahvolmasına da neden olabilmektedir. Bu nedenle hem büyük coşkuları, hem trajedileri, hem ölümü, hem de yeniden doğmayı simgeler. Ne de olsa kendisi de, ölümden bir kaç kez kurtulmuş, öfkesi dinmeyen Hera tarafından titanlara parçalatılmış, sonra tekrar yaşama dönmüştür. Simgelediği şarabın kaynağı olan üzümün yetiştiği asmalar da, kışın budanıp, parçalanır, neredeyse ölür. Baharla birlikte tüm doğayla beraber yeniden canlanır. Neyse konumuzdan uzaklaşmayalım. Zeus’un anası Gaia, titanlar tarafından parçalanıp bedeni yere atılan, tanıdık geliyor değil mi, Dionysos’un yitip gitmesine izin vermez, tekrar bir araya getirip doğurur. Ancak kanının damladığı yerden bereket sembolü nar ağacı çıkmıştır. Bu da öyküyü tamamlamaya yeter.
Bir de tam senin hoşuna gidecek bir küçük not: Dionysos'un, bütün hastalıkları iyileştiren bir kadehi vardı. O kadehten içki içen korkuyu unutur, cesaretlenirdi. İnsanlar bundan dolayı şarap tanrısını diğer tanrılardan daha çok sevmişlerdir. Ama ona tapanlar arasında hiç şarap içmeyenler de vardı. Çünkü Dionysos, yalnız içki yoluyla değil esin yoluyla da özgürleşmeyi kabul ederdi.

Konuyu bağlamak açısından, etini ekmek, kanını şarap olarak ikram eden ve kurban olan kurtarıcı öyküsünü, çeşitli türev ve örneklerini her toplumda bulma olasılığı oldukça yüksek sanırım. Bir de unutmadan, bizden bir nesil bu öyküyü gerçekleştirmiş bir Dionysos daha geçti ve kendini hepimizin kurtuluşu için feda etti. “Kaybolan cenneti arayan bir adam, diğer dünyayı hiç düşlememiş birine aptal gelebilir.” diyen İrlandalı Şair James Douglas Morrison. Ama bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. O zaman biz de, bu büyük şairin de çok etkilendiği bir başka büyük şairin bir şiiri ile uykuya dalabiliriz.

İşte geçmiş, şu an ve gelecek zaman
Hepsi bir arada dikilmiş karşıma
Ey Yüce Ruh, taşı beni kanatlarınla
Uyandırayım Albion’u gözlerine dolan
O uzun, o soğuk, o derin uykudan


William Blake, Jerusalem