8 Temmuz 2009 Çarşamba

büyük gemi

Çok değil, üç sene evvel idi, işe gitmek için arabaya binmiştik, bir miyavlama geliyor. Baktım altına minnacık bir kedi eniği sotelenmiş, gözü şiş, karnı aç, annem annem diye yalvarıyor. Tabi hemen aldık bunu, Evden bir kase süt, karnını doyur, sıcak bir yere koy falan ayarlayıp işe gittik. O şimdi büyüdü, çocukları oldu, onlar da büyüdü. Site halkı hayvanları sevdiğinden besliyor, apartman önlerine bunlar yemekleri saçmadan dökmeden yesin diye mama kapları falan yaptırdık. Birkaç başka sokak serserisi de yanlarına ilişti, cemaat teşkil ettiler. Biz eve gelince bunlar koşup bacaklarımıza sürtünüyor, bizimki camdan bunlara bakıyor, mutluyuz. Gül gibi geçinip gidiyoruz.



Geçen kış on tanesi zehirlenip öldürülüp gittiğinden beri, sinirlerim bozuk, uykularım kaçıyor. Geceleri çıkıp başlarından nöbet bekleyesim geliyor, sabah akşam içtima alıyorum. Kim bunceğizlere kıydı, bir bulsam, cinayet tasavvurları kuruyorum, deli olma safhasındayım. Bu benim için çok mühim mesele.



Üç ay önce giriş katına ibnenin biri taşındı. Ufak çocuğu var da, kediler ayaklarına dolanıyor diye bunların mama kabına kum dökmek, kışın girdikleri kalorifer kapağını zincirlemek gibi terör eylemleri koyuyor. Kedileri öldürmeye kalkar diye korkumdan alttan alıyorum, gıkımı çıkaramıyorum. Yemeği bile götürüp uzakta veriyorum. Duyuyorum ki, diğer hayvan severler ile münakaşa ediyor. Bilmiyor ki, ben hayvan sever değil, deliyim.



Geçen gün akşam eve geldim, benim geldiğimi görende hepsi koşup yanıma geldiler, yukarıdan mama insin diye bekleşiyoruz hep beraber. Alt kat komşusu olacak lavuk, o an kapıdan çıktı. Kediler yemek gelecek sevinci ile sehven buna ddoğru koşunca tekmeye basıverdi bir tanesine. O an benim asfalyalar attı tabi. Dedim ki, biraz nazik olabilirsin, bunların da canı var. Bu, hala başına geleceği kavrayamadığından ben bunları öldürürüm gibi cesur çıkışlarda bulunuyor. Benim gözler kapkara, iş çığırından çıktı.



Ben dedim, seni açıktan tehdit ediyorum. Tehdidin suç olduğunu bile bile ediyorum ulan! Bu kedilerden bir tanesinin tüyüne zarar gelsin, bundan sonra senden bilirim. Sana da bunların çektiği acıyı misli ile çektiririm. Bak, çok sakin söylüyorum, ister isen ciddiye al. Seninki can ise bunlarınki de can. Hesabını yap. Kimse, ama hiç kimse böyle savunmasız canlıyı zehir atmak yolu ile kalleşçe öldüremez. Öldüren karşısında beni bulur. İster isen buradan taşın, ister isen diğer kapıdan çık, kedileri görme, kedileri duyma. Ne yaparsan yap!



İşte bütün mesele bu. Fikirler uçar gider, yerine yenileri gelir. Ama can almak, cana kıymak, acı çektirmek. Buna katlanamıyorum. Alışmamamın da imkanı yok. İşbu konuyu benzerine yor, kafanı kullan. Beni mesut edersin.



Budizm denen dinin iki büyük mezhebi var. Mahayana ve Nihayana. Büyük gemi ve küçük gemi. Buda’nın hayattaki acılardan kurtulup bir daha dünyaya gelmemesi için diyor büyük olanı, dünyadaki tüm canlıların acı çekmesine engel olmak lazım. Aksi takdirde diğerleri acı çekerken nasıl Buda, bu acılardan münezzeh olabilir, mümkünü yok. Küçük olanı ise diyor ki, kendi kurtulsa kafidir. İşte ben bu büyük olana bindim kardeşim. Hep canım yanıyor, tenimde ısırıklar var.



Peygamberin Hadis-i Şerif’ini de hatırlatırsam sanıyorum tam olacak.



Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.

doğu türkistan

Biz oraya Doğu Türkistan diyoruz. Bizim için hayli mühim hadise, şu cereyan eden. Uygur Türkleri yada, Sincan Özerk Bölgesi. Çin’in tazyik ve asimilasyon politikaları altında inim inim inliyor. Bugün gazetelerde gördük başından vurulmuş kadınlar, küçücük çocuklar. Üstelik de daha geçen ay Cumhurbaşkanı A. Gül, mevzu bahis ülkeyi ziyaret edip Çin ile kaynaşın, barışın akılları vermişti. Sanırsın nazire yapıyor çekik gözlü zalimler. Gerçi Akepeli politikacılar daha öncede gittikleri pek çok ülkeyi karıştırdılar. Misal RTE, hemi Gürcistan’a, hemi de İsrail’e gitti, sonradan buralar epey kana bulandı. Şimdi de Abdullah Gül kardeşi, Sincan’a nazar değdirdi. Olan masum sivillere oldu.



Sincan Türkleri ile ne ilgimiz var? Kardeşim, şu Sincan dediğin nereden baksan onbin kilometre var kuş uçuşu. Her ne kadar, bu tabak suratlı Uygurlar sıfatından bizi andırmasa da, biz oradan kalkıp geleli nereden baksan bin sene olsa bile, adamlar ile rahatça konuşup anlaşabilmek, hasbıhal etmek mümkün. İşte bunun sırrı dildir kardeşim. @Serdarsabri büyüğümüzün Orta Asya’dan gelenler kimlerdi? isimli muhteşem eserinde neşrettiği üzere, Anadolu’ya geldiğinde beşe bir oranda sayıya sahip olsa bile, yalın ayak, baldırı çıplak Türk, dili ile fethetmiş, vatan haline getirmiş bu toprakları. Yazıya bağlantı koymadım, isteyen Google köpeğini bu işe koşsun. Bunun şahsi sebebi saklıdır.



Şimdi gelelim Sincan meselesine. Çin, nedeni benim için mühim değil, yer altı, yer üstü kaynağı beni ilgilendirmez, gidip işgal etti Sincan’ı. Bu bir asır veya beş asır önce oldu. Buna da zerre kadar kıymet vermiyorum. Bildiğim bir şey var ki, burası Göktürk Devleti’nin kurulduğu yerdir, bayrağı dahi ay yıldızdır. Bu insancıklar Ümmet-i Muhammed’dendir. Şimdi istiyoruz ki, dini diyaneti bütün olduğundan Cumhurbaşkanı seçilmek ihlasına haiz olan Abdullah Gül kardeşimiz, Müselmana, Darül Harp’ta kefereye boyun eğin diye niye ünledi, bize açıklasın. Üstelik de namusuna uzanan ellere karşı isyan ettiği halde. Yoksa, öbür dünyada zebani sorar, karışmam. İmamlığı da, tartışmalıdır bu saatten sonra. Ulan koca Çin, seni neden iplesin, ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın diyene sorarlar, Cihat ilan et, hemi kan, hemi din kardeşin için. Bakarsın bir giden olur. Zamanında korkudan duvar ördürmüştük biz bunlara. Uluslar arası platformda dile getir. Bir faydan dokunsun. Üstelik de, RTE, Osmanlı’nın torunu olduğundan getirmedi mi Hocamı, Hariciye Vekaletine, çekip çeviriversin, aleme nizam versin deyü!



Madem ki, Sincan’dan dem vurdun. Bir de Tibet meselesi var. Silky Kata’dan öğrendiğimden beri nerede ise tamamını okumaya çalıştığım 5posta.org’da Çin’in bir diğer işgal ettiği ülke olan Tibet ile ilgili şu ana kadar duyduğum tüm argümanları reddeden iki entry okudum. Dalai Lama’nın köktendinci lider olduğunu, Çin işgalinden önce, bebek ölümlerinin %43, şimdi ise %2 olduğunu, Çin’in tren yolları, otoyollar ile ülkeyi bayındır kıldığını, işgalden önce kast sistemi altında sefil hayat sürdüklerinden dem vurmuş. Diyor ki, uslu durun kardeşim, Çin, iktisadi olarak gelişiyor, buradan size de akmasa da, damlar, aç karnınız doyar. Ancak Çin’in ülkeyi işgal ettiği, 1950 yılında öldürdüğü 50.000’i aşkın Budist din adamı ve yıktığı 10.000 pagodadan bahsetmek ihtiyacı hissetmemiş. Sanırım, bahsetse dahi, Budist keşişlerin dilenci olduğunu ve pagodaların bir haceti olmadığını beyan edecektir. Bir de parantez açalım, Çin, hemi Tibet, hemi Sincan’a sürekli geometrik artan nüfusundan yollayarak tazyik yapmakta, buradaki yerel halkın toplam nüfusa oranını azaltarak en acı müdahaleyi yapmaktadır.



Şimdi, zevkle okuduğumuz 5posta.org’un yazarına bir itirazımız var. İşbu akıl yürütme ile, Sincan, Tibet der iken bize kadar gelse, koşa koşa kaynaşmak lazım gelir Çin ile. Hay Allah, neden bunu 1919’a Yunan Gavuru İzmir’e çıktığından yapmadık, en azından onlar ile tipimiz benziyor. Çinli ile kaynaşırsak, korkarım 1000 senede azıcık toparladığımız çehremiz yine tabak gibi, gözlerimiz de çipil çipil çizgi halin alacaktır. Bu daha fena olsa gerek. Din tarafına girmek istemiyorum. Zira kusacak kadar dine boğuldu memleket. Ancak, işgalcinin teki gelip de memlekete el uzatırsa, yedirmem arkadaş. Tahmin ediyorum, buna herkesin hakkı vardır. Üstelik insan hakları evrensel beyannamesine de girmemiş mi idi her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır diye.



Şimdi bazı aklı evvellerin gelip bu konuyu Kürt meselesine bağlamasını hararetle beklediğimi de itiraf edeceğim. Zira onlar Kürt değil, dağ Türkü’dür.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

cemiyetini siktiimin

Dün akşam, meşhur belge hadisesinde imzası olduğu iddia edilen Deniz Kurmay Albayı Çiçek tutuklandı. Sanıyorum; medeni bir ülkede beyle kavga çıktıktan sonra neden tutuklandığı hakkında kamuoyuna bilgi vermek gerekir.

Gece, sinirlendim, bu konu ile ilgili haberleri tetkik ediyorum. Televizyonda kadının biri yine İttihat Terakki zihniyeti falan diye taarruz ediyor. Bunların hepsinin götin koyiim. Hatta o da yetmez, götlerine Enver’in, Talat’ın mezarlarında kalem gibi kalmış işaret parmaklarının kemikleri girsin. Ulan İttihat ve Terakki zihniyeti nedir yau! Bunların bir zihniyeti olsa idi memleketi böyle hallaç pamuğu gibi atmazlardı. Tek zihniyetleri ihtilalci, komitacı zihniyettir. Zira başka yöntem bilmezlerdi. Balkanlar’da Osmanlı’nın yetim bıraktığı, Rum’un, Bulgar’ın, Sırp’ın katlettiği Türk köylüsü için vicdanı sızlayan bir avuç cesur zabitten başkası değil idi. Ne yapmak lazım diye düşündüler, karar verdiler dağa çıktılar. Bu bahsi, Enver anılarında pek güzel anlatır. Okusan; gözyaşlarını sen dahi tutamazsın!

İlk adı ne idi bu cemiyetin? İttihad-ı Anasır-ı İslamiyye. Baktılar ki, İslamiyye, tevhid tesis etmeye kafi değil, Osmaniyye diye değiştirdiler. Yani ne imiş? Osmanlı unsurlarının birleşmesi. Bundan kime ne zarar? Bugünkü düşmanları bile, cahil olmaları ile birlikte bu hayali tasavvur dahi edemezler. Sanıyorum bu adları tarihe yazılmış kahramanların mezarlarında kemikleri sızlamaktadır.

Ancak iktidar şerbeti içende, komitacılık ruhundan vazgeçemeyince işler sarpa sarmış, gerçekleri okumaktan bihaber Enver ile Cemal paşalar nice memleket evladının kanına girmiş, ülkeyi felaket sürüklemiş, işte hatıralarını böyle boka batırmışlardır.

Hiç mi iyi yanı yoktu İttihat ve Terakki’nin? Bunun cevabı pek çoktur. Misal 1908 seçimini ezici çoğunlukla kazanmış halkın sesidir. Ne oldu gücüne mi gitti? Vatandaşlık kavramı bu seçimin zaferi ile gelen anayasa’dan doğmuş, tüm Osmanlı vatandaşları eşit kılınmıştır. İlk medeni eğitim sistemi tesis edilmiş, tüm vatandaşların eşit eğitim alması için çaba gösterilmiş, kız çocuklarının okumasına imkan sağlanmıştır. Demiryolları inşasına başlanmış, dernekler ve sendikalar kurulmasına izin verilmiştir. Daha merak eden okur.

Ancak bu kerameti kendinden menkul bilirkişiler iki şeyi unutmasın! Birincisi Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Mustafa Kemal İttihatçıları ve usullerini tahliye etmiştir. Bakınız; İzmir Suikasti. Gazi, bir ülkü uğruna hülyalar peşinde koşan bu kimselerin açtığı kapıdan girmesine rağmen ayaklarını yere sağlam basmak ihtiyacı duymuş, İttihat ve Terakki’yi tarihe gömmüştür. İkincisi; İttihatçıların fikirlerine yön veren Jön Türklerdir. Eğer çok istersen fikren karşı olman gereken belki Jön Türk hareketidir. Ancak tarihte gerçekleşmiş bir olguya karşı olmak saçmalığına katlanmamın imkanı yok. Bu olgu ancak kritik edilerek tetkik edilebilir sanıyorum.

Diyorlar ki, Türkiye’de modernleşme hareketi tepeden inme olmuştur da, halka mal olmamıştır da, işte bu yüzden benimsenmemiştir. Bürokratlar ve subaylar tarafından tesis edilmiştir. A benim dandik Türk münevverim. Bakalım aşağıda saydığım okullar ne yetiştiriyormuş, buradan hangi titr ile mezun olunuyormuş, ondan sonra konuşalım bütün bunları…

Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, 1773

Mühendishane-i Berr-i Hümayun, 1795

Tıphane ve Cerrahhane-i Amire, 1827

Mektebi Mülkiye, 1859

Darülfünun, 1900

Sen halk olarak koca götünü yay gezdir, ne sermaye biriktir, ne bir burjuvazi tesis et, ne terakki yolunda yürü, ne de kafanı dünya meselesi ile meşgul et. Devletin memuru, askeri iki asırdır bu işe tüm ömrünü vakfetsin, bu yoldan heba olsun, sonra da kalk, işte inkılaplar tepeden inmedir, elitist bürokrasidir, ıvır zıvır şu bu diye sızlan. Daha önce bir tek yerde bu pek temiz olmuş, azıcık kara çalayım, çamura batırayım, üstün başın kirleteyim diyen süfli duygunun ortaya çıktığını gördüm, o da porno filmler. İşte Necip Türk milletinin çevirdiği en süfli porno filmi şimdi seyrediyoruz, namuslu iyi aile kızını kirletip sonra da ortadan bırakan fabrikatörün muhteşem suretidir bu.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

1 Nisan 2009 Çarşamba

seviyorum

Serdar Turgut
Cumhuriyeti ve Atatürk'ü seviyorum, var mı buna bir diyeceğiniz?


Durup dururken böyle bir deklarasyon yapmanın ne gereği vardı diye düşünebilirsiniz...
Gerçekten de ben bu türden büyük konularda tarafımı açıkça söylemek yerine hayatımın geneline ve detayına yaydığım küçük tavırlarımla tarafımı belli etmeye çalışırım...
Yani özel hayatımı götürüş biçimimle, aile içi ilişkilerimin düzeyiyle, arkadaşlarımı seçişim ve onlarla nasıl konuştuğumla, hayatın büyük meseleleri hakkındaki görüşümü ve tavrımı dolaylı ama net olarak ortaya koymayı tercih ediyordum. Bunun daha nazik ve aile terbiyesine uygun, rahatsız edici olmayan tavır olduğunu düşünegeldim bugüne kadar
Benim özel hayatımla, yaşamımın detayındaki tavırlarımla, sevgiden, inançtan neyi anladığımla tam bir cumhuriyet çocuğu olduğum ve Atatürk'ü de çok sevdiğim herhalde biliniyordur diye de düşünüyordum.
Ve bugüne kadar işte bu yüzden 'Cumhuriyeti ve Atatürk'ü çok seviyorum' türünden bir açıklamayı ayrıca yapmamın gerekli olmadığını sanmıştım.
Bu bilineni tekrarlamak gibi geliyordu. İnsanların zekasına hakaret ediyormuş gibi hissediyordum.
Ama görüyorum ki bazı terbiyesizler nedeniyle, bir süredir bu ülkede Atatürk'e sevginizi açıkça ifade etmek ve cumhuriyeti sevdiğinizi de söylemek neredeyse utanılacak bir tavır haline getirildi. Dahası bunu söyleyenlere neredeyse potansiyel suçlu muamelesi bile yapılabiliyor...
Kendi mütevazı köşesinde sadece modern ve düzgün bir insan olarak var olmaya çalışan her Atatürkçü ve cumhuriyeti seven her insanın kendinden utanması gerektiği gibi bir hava yaratıldı bu ülkede.
Kendi gizli siyasi emelleri doğrultusunda cumhuriyete ve Atatürk'e saldıranlar, bu ülkede 'Liberallerin büyük ihaneti'yle kendilerine yol arkadaşı olmasının da avantajını kullanarak bizleri sonunda hayli sindirdiler, korkuttular.
Sonunda bizler her şeyimizi borçlu olduğumuzu bildiğimiz cumhuriyetimizi ve Atatürk'ümüzü sadece sevdiğimizi söylemekten bile çekinir hale geldik.
Bu cumhuriyeti bilinçli olarak yıkmak isteyenlerin yanlarına aldıkları 'Liberal ihanet çeteleri'yle birlikte kazandığı büyük bir zaferdir.
Bu aslında bir ideolojik iç savaştır.
Biz aslında bu tek taraflı açılmış olan savaşa tam anlamıyla hiç girmedik. Kendi mütevazı köşemizi, özel yaşamımızı koruma altında tutup, hayatımızın detaylarına yaymış olduğumuz tavırlarımızla açılmış ideolojik savaşa bir tür dolaylı cevap verebileceğimizi sandık.
Ancak onlar ideolojik saldırılarında iyice terbiyesizleştiler. Bizler terbiye yine de bizde kalsın diye onlara uymadık, cevap bile vermedik.
Yüzümüze baka baka ahlaksızlaştılar. Biz ise kendi mikro dünyamızda ahlakımızı sağlam tutarak onlara direnebileceğimizi sandık.
Ama yok, olmadı, işe yaramadı. Ne kendimizi koruyabildik bu şekilde ne de var olmasını istediğimiz şekliyle ülkemizi koruyabildik.
Liberal ahlaksızları da yanlarına aldıkları için onlar bizleri arkamızdan da vurmaya başladılar.
Liberal ahlaksızlar ile uzun dönemde hesaplaşacağız. Bu ihanetleri onların yüzüne vuracağız.
Onların kendilerini var eden koşullara ihanetini ve zevkten neredeyse ağızlarından salya akarak aslında hayatta var olabilecekleri, nefes alabilecekleri tek sistem olan cumhuriyeti adım adım tahrip etmelerine karşı fikri mücadelemizi yapacağız elbette.
Ama kısa vadede yapabileceğimiz bazı şeyler var.
Şunu söylemekle başlayalım liberal ahlaksızlara ve onların büyük ağabeylerine. Cumhuriyet sizin anlattığınız gibi bir sistem değildir. Daha sonra yaşanan birtakım olumsuzluklar da o sistemin kaçınılmaz bir sonucu değildir. Hele Atatürk hiç sizin sandığınız gibi bir devlet adamı değildi.
Darbeler ne olacak mı diyorsunuz; bakın bizim gibi insanlar darbelerin acısını gerçekten yaşamışlardır ve çoğumuz darbelere direndik de...
Dini duygular mı diyeceksiniz, o zaman hodri meydan, gelin inancı tartışalım sizlerle.
Biz cumhuriyeti de Atatürk'ü de seviyoruz.
Darbecilere de karşıyız, Ergenekonculara da, din faşistlerine de...
Biz Atatürk'ün kurduğu modern ülkede yaşamak isteyen, düzgün çocuklar yetiştirmekten daha büyük arzusu bulunmayan ve tercih ettiğimiz hayat tarzını yaşarken kimsenin de tercihlerine karışmamak gerektiğini bilecek kadar aile terbiyesi olan insanlarız.
'Biz' dediğime bakmayın, burada bir örgütlenme filan söz konusu değil. Muhbir liberal vatandaşlar sakin olsun, sadece gündelik koşuşturmaların sürecinde konuştuğum çok sayıda insanın benimle aynı fikri paylaştığını gördüğümden 'biz' kelimesini kullanıyorum.
Bizler hepimiz veliyiz, gündelik koşuşturmalarımız da, mücadelelerimiz de sadece çocuklarımız içindir.
Ben ülkenin getirildiği bu durum nedeniyle son derece endişeliyim ve AKP iktidarına bu seçimde mutlaka sandıktan bir uyarı çıkmasının gerektiğini düşünüyorum.
Böyle bir uyarı AKP'nin iyiliği için de gerekiyor. Çünkü güç sarhoşluğu içinde kendilerini kaybetmiş durumdalar.
İşte bu nedenlerden dolayı 'Benim oyum bu seçimde CHP'ye'
Demokrat iyiniyetli ve gerçekten liberal olan dostlarım bu defa beni affetsin. Umarım kaygılarımı anlamışınızdır.

28.03.2009 tarihli Akşam Gazetesi'nden alınmıştır.

cumhuriyet

“Efendiler, Cumhuriyet’in ilanı, bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her tarafta parlak sevinç gösterileri yapıldı. İstanbul’da iki-üç gazete ve yalnız İstanbul’da toplanan bazı kimseler, milletin genel ve samimi olan bu sevincine katılmaktan çekindiler. Endişeye düştüler. Cumhuriyet’in ilanına önayak olanları eleştirmeye başladılar.

Mesela, ‘Yaşasın Cumhuriyet’ başlığı altındaki yazılar bile, Cumhuriyet’in kuruluş ve duyuruluş şeklinin ‘sıkboğaza getirilmiş gibi bir durum’ bulunduğunu ilan ediyordu.

Deniliyordu ki, ‘Cumhuriyet, alkış ile, dua ile, şenlik ve donanma ile yaşayamaz. Cumhuriyet, bir tılsım değildir.’

‘Ben Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin, Cumhuriyet’in ilanı günü kaleminden çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı? En yüksek idare şeklinin Cumhuriyet’ten başka bir şey olmayacağına inandığını iddia edenlerin, Cumhuriyet kelimesine, ‘bir put gibi tapmam’ demesindeki anlam ve kasıt nedir?

Bu yazıların amacının aslında, Cumhuriyet’i halka sevdirmek, bunun put gibi tapılacak bir şey olmadığını anlatmak olması gerekmiyor muydu?

Bir başka gazeteci de, ‘Efendiler acele ediyorsunuz!’ diye bağırmaya başladı.

Tüm bu sözlerle itiraf edilmektedir ki, son günlerin gürültüleri, Cumhuriyet’in ilanına engel olmak içinmiş.

Gazetesini, ‘balonu uçurdular ama galiba ucunu kaçırıyorlar” gibi çirkin bayağı sözlerle dolduran gazeteci efendi, sesleniş ve suçlamalarına şöyle devam ediyordu: ‘Devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz?’ Bu seslenişle başlayan yazıları, şu satırlarla son buluyordu: ‘Tek dileğimiz vatan ve millete yararlı işlere başlanılmasından ibarettir. Eğer dün ilan edilen Cumhuriyet’in liderleri ve o liderleri destekleyenler bunu yapabileceklerinden eminseler, biz de kendilerine, -öyleyse Cumhuriyetiniz mübarek olsun Efendiler!- diyoruz.’

Bu son cümlesiyle bizi alay edercesine tebrik eden bu yazar, Cumhuriyet’i benimsemiyor, onunla ilgisi olmadığını bildiriyordu.

Başka bir gazeteci yazar da, Cumhuriyet’in ilanı ve dolası ile yaptığı eleştiri ve değerlendirmede; ‘Bizi üzen nokta, milli önderimizin kişiliği ile ilgilidir. En büyük ruhlu adamlar bile kişisel güç sahibi olmanın çekiciliğine karşı koyamamışlardır’ diyor.

Bu yazar ve benzerlerinin, Cumhuriyet’in ilan şeklinde, Cumhuriyet’in esasları ile ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri eleştirmelerini samimi sayabilmek için saf olmak lazımdır.

Eğer bu yazarlar, Cumhuriyet’in ilan günü yaygaralı hücumlara başlamayıp, önce Cumhuriyet’in ilanını iyi niyetle ve samimiyetle karşılamış olsalar, kamuoyunu kararsızlık ve karışıklığa düşürecek şekilde değil de, Cumhuriyet’in iyi yanlarını tanıtıcı ve onun ilanının pek yerinde olduğunu kamuoyuna telkin eden yazılar yazmış olsalardı, ondan sonra yapacakları her türlü eleştirinin samimiyetini iddiada haklı olabilirlerdi. Fakat gördüğümüz tutum ve davranış böyle olmamıştır.

Efendiler, Rauf (Orbay) Bey de bu münasebetle gazetecilere demeç vermiştir. Vatan ve Tevhid-i Efkar gazetelerinin sahipleri ve başyazarlarıyla baş başa vererek düzenledikleri sorularla bunların cevaplarından bazılarını birlikte gözden geçirelim:

Rauf Bey, ‘bence konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru değildir’ sözleriyle Cumhuriyet’ten bile söz etmek istemiyor. Rauf Bey kendi görüşünü, ‘milletimizin refah ve bağımsızlığının korunmasını ve aziz vatanımızın bütünlüğünü sağlayan rejimin en uygun rejim olacağı’ şeklindedir. Efendiler, bu sorunun yanıtı mıdır?

Rauf Bey’in düşündüğü rejimin adı yok mu? Cumhuriyet rejimi milletin refah ve bağımsızlığını, vatanın bütünlüğünü sağlayan en uygun rejim değil midir? Eğer öyle ise uzun sözleri bir tarafa bırakalım, ‘ben en uygun rejimin Cumhuriyet rejimi olduğu görüşündeyim’ deyiver de, demagojiden kurtulalım. Çünkü söz konusu olan Millet Meclisi’nce kanunla kabul edilen Cumhuriyet’tir. Maksadınız, dolaylı olarak, bu ilan olunandan daha uygun bir rejim bulunduğunu anlatmak ve buna işaret etmek ise, bunu da söyleyiniz. O tercih ettiğiniz rejim ne olabilir?

Rauf Bey, kendi görüşünü açıktan açığa söylemekten kaçınıyor. En doğru olduğunu iddia ettiği hükümet şeklinin, devlet başkanlığını Halife’nin kişiliğinde düşündüğüne şüphe yoktur.

İşte, Cumhuriyet’in ilanı üzerine Rauf Bey’i ve kendisi ile aynı düşüncede olanları telaş ve heyecana sürükleyen sebep, devlet başkanlığı makamına Cumhurbaşkanı’nın getirilmiş olmasıdır. Aslına bakılırsa, ‘Cumhurbaşkanı devletin başıdır’ dedikten sonra, Halifeye verilecek sıfat ve yetkiyi sağlamakla uğraşan ve böylece onun sevgi ve iltifatını Allah’ın lutfu sayarak memnun olanların hayal kırıklığına düşmekten duydukları üzüntü ve kaygıyı doğal görmek gerekir.

Rauf Bey, yapılan işin sadece bir isim değiştirmekten ve üst tabakada bir şekil değişikliği yapmaktan ibaret olduğunu söylüyor. Cumhuriyet’i ilan etmenin çocukça ve aceleye getirilmiş bir hareketin eseri olduğunu anlatmaya çalışırken, ‘Cumhuriyet idaresiyle gerçek ihtiyaçların karşılanmış olacağını zannetmek affedilmez bir hata olur’ demekle, Cumhuriyet rejimine ne kadar ilgisiz ve ondan ne kadar uzak olduğunu ispat etmiyor mu?

Benim girişimlerimi ve yaptığım işleri, halkta endişe uyandırıcı nitelikte görmek ve sevinç gösterilerinde bulunan halk adına, gereksiz yere bunun tersini söylemek, yapay olarak halkta bu endişeleri aşılamaya kalkışmaktır.

‘Halkın, geçirdiği tecrübelerden ders aldığını ve uyanıklık kazandığını anlayarak sevinmelidir, ben şahsen memnunum’ diyen Rauf Bey’e bu münasebetle bir noktayı hatırlatayım:

Halkı uyarmak ve uyandırmak için ömrünü adamış bir adama karşı böyle konuşulmaz ve halkta bu duyarlılığı görmekle, kendisinin benden çok sevindiğini söylemeye, ne hakkı ne yetkisi vardır.

Rauf Bey bütün vatanı düşmanlara işgal alanı yapabilecek Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bir oldubitti şeklinde imzaladığı zaman, milletin nasıl kan ağlayıp acı çektiğini duyabildi mi?

Efendiler, çeşitli soy ve mesleklerden oluşan kimselerin meydana getirdiği bu topluluk Rauf Bey’i maksatlarının açıklanıp savunulmasına en uygun bir kimse olarak görmüşlerdir.”

“Cumhuriyet’in ilanı üzerine İstanbul’da bazı kimseler ve bazı gazeteciler Halife’ye de bir rol yaptırmak hevesine düştüler.

Gazetelerde, Halife’nin istifa ettiği veya edebileceği yolunda önce söylentiler çıkarılıp sonra tekzipler yayınlandılar. Sonra da dendi ki, ‘haber aldığımıza göre, mesele böyle bir rivayetten ibaret olmadığı gibi, bir tekzip ile çözülebilecek kadar basit de değildir. Gerçek olan bir nokta vardır ki, o da Cumhuriyet’in ilanının, yeniden bir Halifelik meselesi ortaya çıkarmış olmasıdır.’

Halife, ‘yazı masasının başına oturup Vatan Gazetesi yazarına demeç vermiştir’ denilerek, Halife’nin bütün insanlar tarafından sevildiği, Asya’nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslam dünyasından binlerce mektup ve telgraf aldığı ve birçok yerden kurullar geldiği yolundaki sözlerle, Hilafet konumunun kolay kolay sarsılır bir konum olmadığı anlatılmaya çalışıldı.

İslam dünyasınca istenmedikçe, Halife’nin istifa edip çekilmeyeceği ilan edildi. Aynı zamanda; ‘Hükümet, birçok iç meseleleri yoluna koymakla meşgul olduğundan; şimdiye kadar Hilafetin görevlerini tespitle uğraşma imkanını bulamamıştır; hükümetin iç meselelerle meşgul olduğunu elbette İslam dünyası da bilmektedir ve şimdiye kadar Halifelik görevleriyle uğraşmaya imkan bulamamasını doğal görür’ cümlesiyle bizi; hilafetin görevlerini tespite çağırırken, şimdiye kadar bunun yapılmamasını hoşgörü ile karşılayan İslam dünyasının, bundan sonra mazur göremeyeceğini de bildirerek bir bakıma tehdit edildik.

Vatan Gazetesi’nin 9 Kasım 1923 tarihli nüshasında okuduğumuz bu yazılardan sonra, 10 Kasım 1923 tarihli sayısında Tanin Gazetesi’nde Halife’ye yazılan bir açık mektup yayınlandı.

Lütfi Fikri Bey’in imzasını taşıyan bu mektupta, Halife’nin istifasıyla ilgili haberlerden, milletin ne kadar üzüldüğünü ve acı çektiğini ispat için bir vapur hikayesi uydurmuştu: ‘Vapurda oturanlar Halife’nin istifa haberini öğrenince yüzlerine hüzün ve endişe çökmüş. Ortak endişe bunları bir dakikada dost etmiş.’ Lütfi Fikri Bey, ‘gönül istiyor ki, bu istifa sözü edebi olarak gömülsün kalsın’ diyor; çünkü ‘dünya için felaket olur’muş.

Lütfi Fikri Bey, millete şunu da telkin ediyordu: ‘Hayretle ve üzüntüyle görülmelidir ki, bugün şu manevi hazineye (yani Hilafet’e) saldırmak isteyenler; dışarıdan kimseler, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildir, Doğrudan doğruya biz Türkler, kendi dinimizden sonsuza dek bu hazinenin çıkarılması sonucuna yol açabilecek girişimlerde bulunuyoruz.’

Efendiler, yabancılar Hilafete saldırmıyorlardı. Fakat, Türk milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilafete saldıranlar, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar bu Müslüman milletlerdi.

Lütfi Fikri Bey’in Tanin’de yayınlanan açık mektubundaki görüş ertesi gün Tanin başyazarı tarafından desteklendi. Tanin başyazarı, kendisinin Cumhuriyetçi olduğunu ilan etmişti. Fakat öyle bir Cumhuriyetçi ki, onun istediği Cumhuriyet idaresinin başında Halife olarak Osmanlı Hanedanı’ndan biri olacaktı. Yoksa, yapılan hareket akıl ve vatanseverlikle, milliyet duygusuyla zerre kadar bağdaştırılamazmış.

Efendiler, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin nasıl bir maksada dayandığı bugün kolaylıkla anlaşılmaktadır. Yarın, daha açık olarak anlaşılacaktır. Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, ona en insafsızca saldıranların başında, ‘Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer aldığını görerek asla şaşıracaklarını sanmayınız. Aksine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi geçinmiş olanların, gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de kararsızlığa düşmeyeceklerdir.”

“Bilindiği üzere (muhalifler), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir parti kurdular. ‘Cumhuriyet’ kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’ ve hem de ‘Terakkiperver” (ilerici) adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir.

Kurdukları bu parti ‘muhafazakar’ adı altında ortaya çıkmış olsaydı belki bir anlamı olurdu. Fakat, bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları doğru değildi.

‘Parti, dini düşünce ve inançlara saygılıdır’ ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüzyıllardan beri sonu gelmeyen felaketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakarlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?

Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları dini bağnazlığı coşturarak, Milleti Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?

Yeni parti, dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında, ‘biz hilafeti yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in partisi Hilafeti kaldırdı, İslamiyet’e zarar veriyor; sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir’ diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı sloganlar bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?” (20 Ekim 1927, kaynak Nutuk)

ninja


Ninja sandılar, kanguru çıktı

Yatak odasında kanguru şoku..

09.03.2009 13:38
Avustralya'ya yeni göç eden bir aile, yatak odalarına pencereden giren ve tepelerinde zıplayan bir kangurunun saldırısıyla korku içinde kaldı.

Ulusal AAP ajansının haberine göre, İsviçre'den ailesiyle yeni göç etmiş olan baba Beat Ettlin, "Başta uyku mahmurluğu içinde pencereden eli kırbaçlı bir ninja girdi sandım" diye konuştu.

Pazar sabaha karşı evin köpeğinin korkuttuğu kanguru, Ettlin, karısı ve 9 yaşındaki kızının uyuduğu odaya ulaşmak için 3 metre sıçradı ve pencereden yatak odasına girdi. Odadakiler, koca kangurunun gitmesini yorganlarının altında sessizce beklerken, kanguru üstlerinden zıplayarak, bütün eşyaları devirdi, duvarları kan içinde bıraktı.

Birden yan odada uyumakta olan 10 yaşındaki oğullarının çığlığıyla korku içinde kalan baba Ettlin, odadan çıkınca 2 metrelik dev hayvanla karşı karşıya kaldı.

42 yaşındaki baba, zorlu bir güreşten sonra, yaralı kanguruyu kafakola alıp kapıdan dışarı atmayı başardı. Hayvan karanlıkta doğal parkın içinde kaybolup giderken, taze göçmenin üstü başı yırtıldı, kolları ve bacakları yara bere içinde kaldı.

Kangurular kendilerini tehdit altında hissedince, arka ayaklarını bir tırmık gibi kullanarak çok tehlikeli olabiliyorlar.

makûs talih

Ankara, 01.04.1921

Inönü muharebe meydanında, Metristepe'de Garp Cephesi Kumandanı ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Paşaya:

Bütün tarih-i âlemde, sizin İnönü Meydan Muharebelerinde deruhde ettiğiniz kadar ağır bir vazife deruhde etmiş kumandanlar enderdir. Milletimizin istiklâl ve hayatı, dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören kumanda ve silâh arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük emniyetle istinat ediyordu.

Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz, İstilâ altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak noktalarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın hırs-ı istilâsı azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu.

Namınızı tarihin mefahir kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz Tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş şaşaalarıyle dolu bir istikbal ufkuna da nazır ve hâkim olduğunu söylemek isterim.

Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal

***

Ankara, 01.04.1921

Inönü muharebe meydanında, Metristepe'de Garp Cephesi Kumandanı ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Paşaya:

Bütün tarih-i âlemde, sizin İnönü Meydan Muharebelerinde deruhde ettiğiniz kadar ağır bir vazife deruhde etmiş kumandanlar enderdir. Milletimizin istiklâl ve hayatı, dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören kumanda ve silâh arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük emniyetle istinat ediyordu.

Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz, İstilâ altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak noktalarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın hırs-ı istilâsı azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu.

Namınızı tarihin mefahir kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz Tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş şaşaalarıyle dolu bir istikbal ufkuna da nazır ve hâkim olduğunu söylemek isterim.

Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal

seppuku

bu sefer dikkat et, zira sonuna kadar anlatacağım bu hikayeyi.

seppuku, kardeşim, senin harakiri diye bildiğin samuray 'ın kendi canını alma törenine denir. lakin harakiri, basitçe karnı kesmek manasına geldiğinden bir istihkar barındırır. biz, bu pek kutsal işin hakkını vereceğiz, seppuku sözünü kullanacağız.

seppuku, aynı zamanda bir filmin adı kardeşim, pek muhterem japon yönetmen masaki kobayashi, 62 senesinde çekmiş bu filmi. dilerim izlersin. ancak bu anlattıklarım izlerken kulağına küpe olsun.

samuray nam, japon karakteri belki bir bürokrata denk gelir frenk ilinde, daha önce anlatmıştım. lakin bürokratlığı kadar, cenk etmesini ve tefekkürü de iyi bilir. zira sabiliği, yeniyetmeliği tedrisat ile, konfüçyus misal çin klasiklerini bellemek ile geçmiştir. bir de bunun üstüne şiir, güzel yazı, yanısıra katana dediğin japon harikası kılıcı kullanmayı öğrenmiştir. iyi dinle, samuray 'ın düsturu, ölüm üzerine tesis edilmiştir. ancak ölerek efendisine faydasının dokunacağını genç yaşta idrak eden samuray, ölümü ölmeden yener veyahut henüz yaşarken ölmüştür. işte bu bilmece bir zen koanı 'dır, hem de tam şu anda tarafımdan icad edilmiştir. ölmekten korkmamaklığı gereken samuray savaşta aslan kesilir, cesaretle düşmanın üstüne yürür, gözünden çıkardığı alev ile savaş meydanını yakar geçer. kendi ölüme gitmeyi seçtiğinden başkasının canına da çok rahat kıyar, vicdan azabından azadedir. işte bu onu yenilmez yapar. ölür ama yenilmez. savaş biter, kılıç kına girer, samuray depoda tahıl sayma işine veyahut sarayın personel daire başkanlığındaki memuriyetine döner. bunun da bahsini daha önce açmıştım. işte yaşamı ölüm üzerine kurulu bu adam, pek çok kez sadakatini ve şerefini ölüm ile ispat eder. buna da seppuku der. oturur, kendi canını alır.

seppuku icra eden samuray, bu pek mühim iş için hazırlanır, beyaz urba giyer, saçını meşhur topuz ile toplar. tören için hazırlanan yere japon 'un yıkılmaz dağ dediği seiza oturuşu ile oturur, gömleğinin kollarını çıkarır, canı çıkınca sırt üstü geri düşmemek için o kolları bacak arasına sıkıştırır. dost adını verdiği yanından hiç ayırmadığı kısa kılıcı wakizashi 'yi eline alır, karnını yavaşça önce soldan sağa, sonra da yukarıdan aşağı keser. japon çeliği jilet gibi keskin olduğundan sıcak eti peynir gibi keser, ne kadar bağırsak, iç organ var ise, hepsini dışarı döker. işte bu kesme anında samuray 'ın celalinde hiç bir mimik, kıpırdanma, kasılma olmaması makbuldür. aksi, güçsüzlüğe ve şerefsizliğe işaret eder. yukarıdan aşağı kesme bittiğinde, sol yanda duran kaishakunin lakaplı ikinci kişi daha fazla acı çekmesin diye tek bir kılıç hamlesi ile seppuku yapan samurayın başını keser, onu kurtarır. işte bunca kanlı ve tahayyül etmesi bile zor olan intihar eylemi, japon ilinde asırlardır yiğitliğin, sadakatin timsali sayılmıştır. bu kural bugün dahi geçerlidir. japon dimağı, seppuku hadisesinden etkilenip pek çok hikaye üretmiştir.

evvelce bahsettiğim üzere ieyasu tokugawa, 1603 senesinde shogun olmaklığını ilan ettiğinde, feodal baştan mahrum kalan samuraylar bir bir kendilerini öldürmeye başlayınca seppuku yapılmasını yasak kılar. çok sonra 1663 senesinde ise izu obasından nobutsuna matsudaira, bu konuda kesin bir yasak getirmiş ve samurayların ronin filminden hatırlarsın belki, bahsi orada geçmişti, 49 ronin' in hikayesinde anlatıldığı gibi toplu intihar törenleri sona ermiştir.

bugün sana anlatacağım hikaye, yine tasogore seibei 'in olduğu gibi shogunate dönemindeki bir diğer fakir samuray ailesinin hayatı. tokugawa ieyasu, tüm rakiplerini bertaraf etmiş, güzel edo şehrinde shogunlığını ilan etmiş, japon toprağında asırlar süren iç savaştan sonra huzuru ve barışı tesis etmiştir. ancak iç savaş ateşinin yakıtı olan samuray, bu ateş küle dönende beş para etmez olmuş, üstelik de bağlı olduğu daimyo denen feodal derebeyi yok olup gitmiş, samuray, yuvasından düşen yavru kuş misali, dalgalara kapılıp giden ronin 'e dönmüştür. samuray aç, işsiz ve beş parasız kalmıştır. elinden hiç bir zanaat gelmez, onun kılıcının kuvvetine ihtiyacı olan kimse kalmamış, kılıç ile dolaşan aç samuraya bayağı iş verip karnını doyurmasını sağlayacak hayır erbabı japon evladı ise daha dünyaya bile gelmemiştir. bu yüzden çoğu ya haydut olur, ya da bu kötü durumdan kendini kurtarmak için hayatına son vermek yolunu çizer. seppuku yapar.

bu işten pek anlamam. fakat şunu görüyorum ki, siyah beyaz dönemin japon sineması kainatta bu iki rengin yanyana gelmesi misali pek basit, durağan. kamera pek hareket etmiyor. japon insanının önem verdiği üzre ses tonu, mimik ve jest üstüne kurulu. insanın en derin duygusunu pek konuşmadan yüze yansıyan gölgeler ile anlatmak yolunu seçmiş. mekanlar basit, lakin pek deruni anlamlar saklı. nihayetinde basit filmler, ama karışık. aynı en büyük icatları olan zen gibi. shibumi kitabını okumuş olanlar bu dediğimi rahatlıkla anlayacaktır. yada dönemin teknik imkanları sadece buna müsade etmiş. burasını bilemeyeceğim.

hanshiro tsugomo, aynı dertten mustarip, sulh döneminde sefaletten, parasızlıktan bıkmış, tükenmiş, 1630 senesinin mayıs ayının 13. günü, ıyi evinin kapısını çalar, 1619' da kendi obası geishu 'nun evi dağıldığından beri işsiz güçsüz gezindiğini, artık sefaletten bunaldığını, yapacağı seppuku için kendisine evlerini açmalarını ister. işte bu rolü kardeşim, benim gibi japon işi film sevenlerin ilk göz ağrısı, akira kurosawa 'nın yedi samuray, kagemusha, ran, yojimbo gibi nice filminde boy göstermiş tatsuya nakadai isimli pek yetenekli aktörü hemen tanırlar. lakin, ıyi evinin kapısını bu dilek ile çalan ilk samuray eskisi olmadığından bir şüphe ile karşılanır. üstelik yaşlanınca köpeğin maskarası durumuna düşmüş eski kurtların, iş bulmak niyeti ile kendini acındırmak için çeşitli feodal ağalara yanaşırken seppuku 'yu bahane etmeleri de pek meşhurdur. bu nedenle bu dilekle kapıyı çalandan kimse pek hoşlanmaz. hanshiro 'yu evin büyüklerinden kageyu saito karşılar, ricasının evde samimi bulunmadığını söyler. zira daha önce herkesin vicdanı sızlatacak trajik bir mevzu olmuştur. üstelik de, bu rica ile geldiği halde kendi canını almaktan imtina eden genç de, hanshiro gibi geishu evindendir. kageyu saito, hanshiro 'nun, motome chijiiwa ismli bu genci tanıyıp tanımadığını sorar, cevap belli belirsiz hatıraların bulanık silüeti olur. bunun üzerine ev sahibi kageyo, adamımız hanshiro 'yu yıldırmak üzere, genç motome 'nin öyküsünü anlatmaya başlar.

ıyi obası, motome 'nin samimiyetinden şüphe ettiğinden onu çok acı biçimde kendi canını almaya zorlamak üzere tuzak kurar. önce motome 'ye oba beyinin kendisi ile görüşeceği söylenerek, sanki bir iş verilecekmiş gibi ümit dolması sağlanır, ancak bir başkası ona sadece seppuku için giyilen beyaz esvabı vermek için huzuruna çıkarmıştır. seyirci olarak biz, öne motome 'nin pek sevinçli halini, sonra ise yüreğinin paramparça oluşunu, yakın plan çekim, yüzünden açık seçik okuruz. motome hazırlanırken, elinden alınan kılıçları ev sahipleri tarafından tetkik edilir, kılıçların aynı tasogore seibei 'in başına geldiği üzere, satıldığı, yerine ise bambu ağacından taklitlerinin koyulduğunu görürüz. bu durum ev sahibi tarafından oldukça hakir görülür, zira kılıç samurayın ruhunu temsil ettiğinden, kılıcını satmak yada bırakmak pek küçük düşürür samurayı. ancak kılıçların sahte olduğunun anlaşıldığı, motome 'ye belli edilmez. habersiz oğlana korkunç bir son hazırlanır. motome, seppuku için hazırlanan avluya götürülür. sonunun geldiğini anlayan pek zavallı genç, obanın reisinden sadece bir günlük izin ister. bunun için yalvarır. burada biz onun korktuğu için kaçmaya çalıştığını zannederiz. ancak reis, buna izin vermez, motome 'ye kaçmaya çalıştığı için hakaret eder, eğer kendi canını almaz ise, adamları tarafından öldürüleceği tehdidini savurur. acı son ise, motome 'nin önüne karnını kesmesi için kendi bambu kılıçları geldiğinden kendini apaçık belli eder. motome 'nin canını alacak olan kaiseku yanına gelir.

kaiseku, ritüelin günümüzde anlamını kaybettiğini, artık seppuku adayının eli kılıcına gittiği an kafasının kesildiğinden, bunun töreye aykırı olduğundan dem vurur, kesme işleminin sonuna kadar canını almayacağını, törenin son aşamasına kadar uygulanacağı söyler. motome gururunun incinmesine daha fazla izin vermez, bambu kılıcı çeker, bastırdığında karnına girmediği için kendini kılıcın üstüne atarak karnına girmesini sağlar, önce soldan sağa, daha sonra da yukarıdan aşağı kendini keser, iş bitende acıya dayanamaz, oracıkta kendiğilinden can verir, ruhu kuş olup arşa yükselir. ayaktaki kaiseku, son ana kadar bekler, motome acı dolu ölümü tattıktan sonra başını keser. gaddar ıyi obası, motomo 'nun ölürken dilini ısırmasından bahseder, onu şerefini zedelediğine akıl birliği ederler. gaddar davranış ile akılları sıra bundan sonra kapılarına gelecek, azıcık aş için hayatlarını riske atacak diğer samurayları caydıracaklarını düşünürler.

hikayenin gözönünden gitmesinden sonra sonra, kamera hanshiro 'ya döner. gülümseyen kurt, benim der, kılıçlarım bambu değildir.

sözü üzerine kendisine de beyaz esvap uzatırlar. hanshiro bunu reddeder, ölecek bir adam için yeni esvap harcamaya gerek yok, şu an üzerimde olan yırtık pırtık kıyafetim anın kıymeti için daha makbuldür der. tören için hazırlanan avluda yere çöker. obanın tüm samurayları bu kutsal iş için içtima etmiştir. hanshiro, obanın reisine döner, bir samuray olarak, kaiseku 'mu seçmek hakkına sahibim der. ününü önceden duyduğu kılıç ustası hikokuro omodaka 'nın kendisine eşlik etmesini ister. ancak hikokuro, o gün bir işi olduğu için izinlidir, hazır bulunmaz, gidip evinden çağırmak için adam gönderiler. bu arada der, hanshiro, bırakın da hayat hikayemi anlatayım biraz, zira dün benim başıma gelenler yarın buradaki diğer adamların başına gelebilir, acı tecrübemden feyz alsınlar. bu tatlı sözler kageyu 'nun hoşuna gider, izin verir.

hanshiro anlatmaya başlayınca, daha önce burada can veren motome 'nin en yakın arkadaşı jinna chijiiwa 'nın tek oğlu olduğu, arkadaşının, efendileri geishu evinin reisi öldüğünde kendisinden önce seppuku yaparak, hanshiro 'nun kendini öldürmesine engel olmak için biricik oğlunu hayatı pahasına korumak üzere kendisine emanet ettiğini öğreniriz. merhum motomo 'nun, babasının vefatından sonra babası gibi dul olan hanshiro 'nun güzeller güzeli kızı ile birlikte büyüdüğünü ve daha sonra onunla evlendiğinin hikayesini izleriz. bu arada ulak geri döner ve hikokuro 'yu bulamadığını söyler. hikaye yarıda kesilir. ikinci tercih hayato yazaki ve üçüncüsü umenosuke kawabe 'nin de mevcut olmadığı ortaya çıkınca, sanırım der gür sesi ile, bu tören ertelenmek zorunda. bu söz üstüne, ev sahibi bir tuzağa doğru yürüdüğünü hisseder, yerinden kalkarak içeri gider, evin büyükleri iç odaya geçip istişareye dalarlar. hanshiro 'nun istediği üç adam da, genç motombe 'nin acı dolu ölümü ile ilgilidir. hikokuro omodaka, kıyafet oyununu oynayarak motome 'nin ruhunu yaralamış, hayato yazaki kılıçların bambu olduğunu farketmiş, umenosuke kawabe ise o gün kaisekunin görevini geciktirerek genç motome 'nin acı dolu ölümüne sebep vermiştir. evin reisi kageyu, odadan çıkıp adamlarına hanshiro 'yu öldürmeleri için talimat verir. durun! der hanshiro, geri basın. eğer üstüme gelirseniz aranızdan birçok kişiyi yaralarım, belki bir kaçınızın da canına kıyarım. eğer hikayemi bitirmeme müsade ederseniz, ondan sonra söz veriyorum ki, işimi kendim göreceğim. oturur ve anlatmaya başlar.

bundan sonra olacakları merak ettin değil mi kardeşim ?
o zaman otur da izle. daha kaç kere söylemem lazım.

7 Ocak 2009 Çarşamba

tevfik fikret

Büyük Türk şairi Tevfik Fikret 93 yıl önce (19 Ağustos 1915) bugün,
Rumelihisarı'nda, halen müze olan evinde (Aşiyan) 48 yaşında vefat etti. (Saatli Maarif Takvimi'nden alıntıdır.)

Haksızlığın envanı gördük ... Bu mu kanun?
En gamlı sefaletlere düştük... Bu mu devlet?
Devletse de, kanunsa da, artık yeter olsun;
Artık yeter olsun bu deni zulm ü cehalet...

Millet yoludur, hak yoludur, tuttuğumuz yol;
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet yaşa... Var ol!