27 Şubat 2008 Çarşamba

zipsofism

işte oldu. huzurlarınızda.

zipsofism.org

alacakaranlık samurayı


alacakaranlık seibei gariban japon samurayı, hüzünlü hikaye kahramanı. kahraman dedi isek, sadece başrol oynamasından kaynaklanmıyor kahramanlığı. kızçelerine, kızçeleri kadar aklı olmayan anasına hemi analık, hemi babalık yaptığından kahraman seibei. üstelik de yüreği geniş, gözü pek, bileği kuvvetli. shuuhei fujisawa üstad yazmış, meşhur japon yönetmen yoji yamada yönetmiş, başrolü de son samuray adlı filmden yüzüne aşina olduğumuz hiroyuki sanada namlı babayiğide layık görmüşler. pek de iyi etmişler.

japon milleti tam beş asır birbirini yemiş kardeşim. bizdeki toprak ağasına santim santimine denk olan daimyoların hırsı, öfkesi çekik gözlü milletin çocuklarını birbirine kırdırmış. işte samuray bu dönemin adamıdır. elinde kılıç, savaştan savaşa koşan, ölüm korkusuna kendini kaptırmadan savaş ve kahramanlık meselesini en şiirsel yoldan hemi teorik, hemi pratik ele almış olanlar bu zen denen tasavvufun ehli kahramanlardır. fakat en sonunda iayesu tokugawa, bütün daimyoları önüne katıp dağıtmış, bir daha bela çıkaramayacak hale getirmiş, adada huzuru tesis etme imkanını yakalamıştır. belki bu hikayenin bir kısmını akira kurosawa üstadın kagemusha'sından hatırlayacaksın. o güne kadar ülke üstünde hiç bir hakimiyeti mevzu bahis dahi edilmeyen imparator giyim kuşamı ile dillere destan kyoto şehrinde ikamet edip gününü zevki sefa içinde idare ederken, iayesu tokugawa müzmin imparatoru alıp şimdiki adı tokyo olan edo şehrine mukim etmiş, kendisine bağlılığını sunmuş. velakin bu sadakate kanmayasın diye söylüyorum, iayesu kurnaz adam, sen imparatorsun amma ülkeyi senin adına vekilharç olarak ben idare ederim, azıcık müsade et, hemi de yorulmazsın, yorulup da sıkıntıya düşmezsin diye kendi kendini bu göreve atamış/layık görmüş. üstelik de senin de çok yakından bildiğin shogun titrini almış. işte japon tarihinin bu iki asrı epey huzurlu geçmiştir, velakin az evvel dediğim gibi artık devri samuray nihayete ermiştir. çünkü artık ne tokugawa'dan gayri efendi kalmıştır, ne de savaşacak düşman. üstelik de kılıçlar bile kınında paslanmıştır. zira tüfek icat olup, mertlik bozulmuştur. işte dalga dalga yayılan dalga adamları sabık samuraylar olan roninlerin açlık ile boğuştuğu, tokugawa'ya bağlı olanların ise asker yerine memur haline geldiği dönem bu dönemdir. devrin adı edo dönemidir.

hikaye, japon ülkesinde geçen asrın sonuna doğru edo dönemini bitirip, restorasyon veya aydınlanma dönemini idrak eden meşhur imparator meiji'nin tahta geçtiği günlerde geçer. hatırla, son samuraydaki samurayları kurban eden imparator naha işte budur. olanları bize yıllar sonra yaşlı bir hanım olan küçük kızı ito anlatıcı rolü ile aktarır, kafamızda eksik parça kallmaması konusunda önlem alır. seibei iguchi deyim yerinde ise evkafta memur tipinde fakir ama gururlu olmak özelliği öne çıkan, düşük rütbeli, bizde bürokrata denk gelmesi lazım, aldanmayın diye söylüyorum bir samuraydır.

adamımız seibei, hanımı genç yaşta verem olup yağmur, hava veyahut toprak tanrılarından birinin rahmetine kavuştuğundan aile efradının bakımını üstlenmek vazifesini metazori kabul etmiş, her gördüğünün hatta kendi oğlunun bile soyunu sopunu soran bunak anacığının, kayano ve ito adlı iki tatlı kızçesinin, süt ineceğinin, kamuşun, bahçedeki domateslerin kollanması ile iştigal eder, ipek böceenin dut yaprağını tüketmesi misali hayatını yiyip bitirmeye bakar. müntesibi olduğu tokugawa aşiretinin kalelerinden birindeki tahıl ambarında sayım yapar, saydığını deftere işler, ekmek parasını kazanır. ancak öyle fakirdir ki, hamam parasını denkleyemediğinden yıkanamaz, leş gibi kokar, kimonosu eski, yırtık pırtıktır. mesai arkadaşları onu hep hakir görür. geçimini sağlamak için samurayların yapması hoş karşılanmadığı halde bahçede çalışmak, odun kırmak, çerden çöpten böcek kafesi yapıp satmak zorunda olan seibei, mesaisi ikindinde bittiğinde derhal koşa koşa evin yolunu tutmak zorundadır. zira yıllık geliri olan 50 koku tabi edilen ölçü pirinç, bütçesinin iki yakasının birbirine denk gelmesine müsade etmeyecek derecede azdır. durumu bu yönden beterdir. aynı dairede çalışan diğer samuraylar, her gün iş çıkışı mermer tenli japon kızlarının servis yaptığı sake barlarında bir tek atıp, nefislerini ezmeden evin yolunu tutmadıkları halde, gece hayatından mali imkansızlık sebebiyle uzaktır. vazife arkadaşları, ikindinde mesaisi bitende derhal evin yoluna düştüğünden alacakaranlık lakabını takmışlardır genç yaşında hayatın zevklerinden mahrum kalmış bu samuraya. japonlar ikindin kelimesini bilmiyor olabilirler vayahut da belki tasogare bu anlama gelir, gavur yüzünden alacakaranlık haline gelmiştir. bakınız : eski dilde kulaktan kulaa oyunu.

bu fakir samurayı mali yönden mahveden karısının altı sene süren verem hastalığında harcadığı doktor, hastane, ilaç masrafından mütevellit iken, son darbeyi hanımının vefatı ile gelen cenaze töreni vurur. izahat : karısı vefat ettiğinde japon milletinin imam/cenaze namazı sadeliğinden bi haber olup, ısrarla cahiliye devri adetlerini sürdürerek meftanın ruhunun kurtuluşu maksadı ile görkemli cenaze törenleri tertip etme arzularıdır. müteveffa hanımının anası babası, kızları için pahalı cenaze töreni ister, seibei el mahkum yapar, hayırlı damat olduğunu ispat ederi. yıllık yevmiyesi olan 50 paranın 20'si cenaze töreninden sonra iflas edince aldığı borçlara kesilir, eline geçe geçe 30 para geçer. hatta samuray'ın ruhunu remiz ettiğinden için ikisinin ayrılması cemiyet hayatında feci derecede kınanması icab eden katana namlı uzun kılıcını satar, ancak kimseye söyleyemez, kınının içinde bambu sopası taşır. heyhat kader, her işte bir hayır var, kaderin oyunu katananın elden çıkması seibei'in hayatını kurtaracaktır.

bu rutin çember böyle dönüp durur iken, film seibei'in kankası iinuma michinojo'nun bacısı ve kızanlıktan arkadaşı dünyalar güzeli tomoe'nin, içip içip kafayı bulanda kendisine bir güzel sopa çeken kocası samuray yüzbaşısı koda'dan boşanıp kaleye geri dönmesi ile seyir değiştirir. tomoe, güzel olduğu kadar maharetlidir, iki güne bir gelip seibei'in kızlarına bakar, evin işlerini toparlar, anası ile ilgilenir, eksikliği hissedilen evin hanımının vazifelerini kendiliğinden üstlenir, mezhebince çocukluğundan beri aşık olduğu seibei'in hayatını düzene koyup ona faydası olsun diye uğraş verir. bir akşam geç vakit, seibei tomoe'yi abisinin evine bırakırken eski kocası koda'nun sake etkisinde hayli güzel olan kafası eşliğinde şizofren bünyesi ile beraber evi bastığını, yorgan döşek altında sabık karısını aradığına tanık olur. karısını bulamayan bu gaddar ve ayyaş herif, kendi kadın dövmek suçunu unutur, kalenin komutanına kendisini şikayet edip karısından boşadı diye seibei'in can dostu ve kalender birisi olan iinuma'dan öcünü almak maksadı ile kılıçla yapılan halis japon düellosuna davet eder. çok sevdiği arkadaşının tekme tokat hırpalandığını gören seibei, gururunun daha çok kırılmasına müsade etmeyerek kendisini öne atar, koda ile iinuma yerine kendisinin dövüşeceğini, gecenin bir yarısı devam eden ve ev halkını ziyadesi ile rencide eden bu itiş kakışın durmasını rica eder. işte ancak shakespear namlı ingiliz şairinin kader ile dalga geçtiği hikayelerinde rastlanacak vakıa zinciri burada başlar. koda bu blöf sandığı davranışa çok öfkelenir, ertesi gün sabah ezanından sonra nehir kıyısına randevu verir. azman koda karşısında kahramanımızın çok az şansı olduğunu düşünürüz, seibei düelloda ölünce kızlarına, anasına kim bakacak, evi kim çekip çevirecek diye üzülürüz. üstüne üstlük bir de iinuma, aşiretin ölümüne düelloyu yasakladığını, hatta bu cürümü işleyen faillerin ölüm ile cezalandırıldığı kuralını hatırlatır, bizi iyice bedbaht ruh haline sürükler.

sabah erkenden kalkan seibei, eline aldığı tahta bir sopa ile kaslarını ısıtır, bir iki vuruş felan yaparak hazırlanmaya çalışır. ancak ümitsiz yüz ifadesi takınarak çok yavaş olduğunu mırıldanır. düellonun olacağı yere vardığında seibei'in elince hala tahta sopası vardır. koda kendisine sadece tahta parçası ile meydan okuyan bu yiğide ayar olur, kendisine hakaret ettiğini öne sürer. ancak seibei sakindir, gittiği kılıç okulundan bu tahta kılıç ile idman ettiğini, gerçek bir kılıç ile rakibini öldürmek istemediğinden tahta kılıcını getirdiğini izah eder. velhasıl, azman koda'nun saldırısını bertaraf edince daha çok kanımızın ısındığı seibei, tahta sopa ile bir güzel rakibin marizine kayar, daha da durmaz, merhamet gösterdiği halde arkadan saldıran hainin kafasını patlatır, yere serer, üstünü başını düzeltip yoluna devam eder. yönetmen yoji yamada üstadın daha önce çektiği bin tane japon cüneyt arkın'ı tora-san filmlerinden edindiği tecrübe ortaya çıkar, gözü aşina olana on numara kılıç dövüşü sahnesi sunar. aşırı gerçekçi hayata bakışı olan anonim japonun geleneği, bize seibei'in öleceğini nerede ise garanti etmektedir. ancak japon da bize benzemekten kendini alamaz işte. seibei'in hakkını yedirmez, zalimi yere serer, diğerini yüceltir, netice : seibei'in kılıç ustası olduğu ortaya çıkar. tahta sopa ile kazandığı bu düello, ona şöhret sağlar. kendisini hep hakir gören mesai arkadaşları fısır fısır konuşup ne yaman delikanlı olduğundan bahis açmaya başlarlar.

günler geçer. seibei ile iinuma'yı derede balık avlarken görürüz. oltalarını savuru savuru verirlerken, bir yandan da sohbet ederler. söz döner dolaşır, iinuma'nın bacısı güzeller güzeli tomoe'ye gelir. seibei ile ikisinin birbirine aşık olduğunu bilen iinuma, bacısının seibei ile evlenmesini istediğini dile getirir. ancak mağrur seibei, kendisi 50 kokuluk bir adam iken, tomoe'nin 400 kokuluk bir ailenin kızı olduğundan mütevellit yeşilçam'ın meşhur zengin kız/fakir oğlan hikayesine gönderme yapar, yoksulluk dolu hayatını paylaşırken yanında iki kızı ve bunak anasının bakımı gibi ağır yükleri taşıyacağından buna katlanamayacağını düşündüğünü ifade eder, üzüntü içinde hayatının teklifini red eder. müteveffa karım der seibei, 150 kokuluk bir ailenin kızı idi, o bile bu yoksulluğa katlanamadı, tomoe hiç katlanamaz. bu günden sonra tomoe seibei'in evine gitmeyi durdurur. seibei'in alacakaranlığı karanlığa döner...

günler geçer, devran döner, düzen değişir. meiji iktidara sahip olur. her ülkede iktidar el değiştiğinde ne oluyorsa, burada da ol olur. memurlar yerinden olur. iinuma her despot idarede görülebileceği üzere ülke için faydalı olacağına inandığı siyasi fırkayı desteklediğinden başkente tahkikate çağrılır. ümitsiz günler başlar. seibei arkadaşından haber almak ümidi ile sık sık evine uğrayıp sorar. ancak bir haber ulaşmadığını öğrenir.

umulmayan gün, finali teşkil eden hadise gelir evin kapısını çalar. seibei'in daha önceden tanışmak fırsatını bulduğu, değişen iktidar karşısında görevden azl edildiğinde japonların seppuku dedikleri karnını kesmek sureti ile kendini idam etmek fiilini ifa etmekten imtina edip dört kolluya binmektense hayata dört kol ile tutunmaya karaveren kıdemli samuray zen'emon yogo, bu suçu işlediği yetmez gibi bir de evine saklanarak geleni gideni kılıcı ile doğramıştır. kabilede zen'emon'un evine gidip onun hakkından gelecek yiğit mevcud olmadığından, seibei kaleye çağırılarak bu vazife tevcih ve tebliğ edilir. zira kendisi koda hadisesinden dolayı artık namlıdır. oysa seibei isteksizdir, dahası cemiyetin kurallarına karşı çıkarak bunu ortaya koyar. kendince sebepleri vardır; ancak bunlardan hiç biri korku değildir. gelin sebepleri kendi aazından dinleyelim;

"uzun yıllarımı iki küçük kızım, hasta karım ve yaşlı anam ile geçirdiğimi dile getirmekten mahcubum. bir kılıcı savurmak için gereken tutkuyu kaybettim. ciddi bir dövüş ve bir insanın canını almak, hayvani bir yırtıcılık ve başkasının hayatını kaybetmesine kayıtsız kalmayı gerektirir. ben artık bunların ikisine bünyem dahilinde sahip değilim. belki bana bir kaç zaman tanısaydınız, dağlarda tek başıma çalışarak kendimi buna hazırlayabilirdim. ancak şu an, korkarım ki tamamen imkansız..."

beklenildiği üzere seibei'in fikri, kararı önemsizdir. karar verilmiştir. bizim kalbimize işleyen bu içli sözler seibei'in kaderine etki edemez.

seibei, sabah kalkar. vazifenin resmi şartı ile kıyafeti ve saçının şeklinin japonun bin yılda teşekkül ettiği samuray kodunu içermesi gerektiğinden, gidip tomoe'nin yardımını rica eder. tomoe gelip seibei'in saçını adet olduğu üzere samuray topuzu yapar. bu arada çayını demler, önüne sürer. devletten vazife almış olmanın vakarı ile seibei, bıçağın kelimenin tam anlamı ile kemiğe dayandığı bu ümitsiz olduğundan sarsak ruhumda fırtına estiren anda dile gelir, tomoe'ye sağsalim döndüğünde kendisi ile evlenmek istediğini söylemek cesareti bulur. tomoe yüzünü eğer, seibei'in yüzüne bakamaz. iki gün önce başka bir teklifi kabul ettiğini söyler. yüreğimiz bir kere daha parçalara ayrılır.

+ tahmin ettiğim üzere seni gönderdiler.
- zen'emon yogo, kabilenin emri ile hayatını almak için geldim. kılıcını çek, lütfen.
+ gel bir içki içelim önce. zor durumda olduğunu biliyorum ancak ben kaçacağım.
- kaçmaktan kastın nedir? + lütfen kaçmama müsade et.
- senin gibi büyük bir kılıç ustasından bu teklifi duyacağıma inanmazdım. görevim seni öldürmek. kaçmana göz yumamam.
+ bu kadar acele etme. beni istediğin zaman öldürebilirsin. seninle biraz sohbet etmek isterim. gel otur. bu güzel bir gün.


anlaşıldığı üzere zen'emon ölmek istememektedir. kendi hayatları üzerine dönen bu kolpayı farketmiş, verilen her bi hakkın yerine getirdiği halde, sırf iktidar el değiştirdi diye hayatından olmak ona anlamsız gelmektedir. üstelik nice badireler atlatmış, hemi karısını hemi kızını bu yolda kaybetmiştir. artık verecek canı kalmamıştır. sözlerim burada bitiyor canım kardeşim. yada oğuz atay'ın dili ile canım insanlar. bu heyecanlı noktada verilen mim, senin bu eserin izlemekten alacağın zevkin berhava olmasına mani olmak kaygısı güder. belki de haddinden fazlasını yazdım bile. ne ise, film güzel. mutlaka izle. son olarak;

+ baba, bir gün örgü örmeyi öğrenirsem kimono dikip para kazanabilirim. ama kitap okumak ne işime yarayabilir ki?
- evet belki kitap okumak sana örgü örmek kadar faydalı olmayabilir. ancak okumak zihin kuvvetini pekiştirir. dünya değişebilir. eğer zihnin kuvvetli ise hayatta kalabilirsin. bu hem erkekler, hem de kızlar için geçerlidir.

8 Şubat 2008 Cuma

vazife

askere gittim. pek çok akranımın aksine bu oyundan zevk aldım. tabi mevzubahis zevkin oyun anında pek tadına varılamasa da, cimayı misal alırsan zevkin hangi anda tam tazyik edeceğini derhal fark edebilirsin; terhis namlı kaat parçası elinde nizamiyeden dışarı çıkıyorsun. işte o an eyle zevke geliyorsun ki adamın beli gelmiş gibi oluyor, uçuyorsun sanırsın. uçmak için bakınız: eski lisanda cennet manasına gelir. velhasıl benim için askerliğin en güzel tarafı bitmiş olmasıdır. ancak tersini idrak etmeye kalkarsan bitmemiş askerlik hayatının eksik kısmıdır. insan para verse beyle asude hali yaşayamaz. evladına eziyet etmek yolu ile onu terbiye etmek gayesi güden katı/bilaşefkat ruh hali ile herşeyi iyilik/fenalık ekseninde tüccar mantığıyla hesap etmeye kalkan protestan amerikalı wasp'ın icadı olan bok püsür boot camp hadisesi ile asla benzerlik kurulamaz. biri mukaddesdir, diğeri halis kolpa.

askerlik vazifeni yerine getir. aksi halde kendini natamam hissedeceğin muhakkaktır. misal şu vicdani retçilere ayar oluyorum. teori güzel, pratikte sıçıyorlar. dinarlı memet, tokatlı muhammet paşa paşa gitsin, giderken anası eline kına yaksın, hiç bişeden şikayet etmeden onbeş ay it gibi sürünsün, gitmese kız/iş bulamasın, toplumun dandik münevveri gündemi taşaklarından tutup şiddete karşıyım felan diyerek askerden yırtmaya kalksın. beyle fikir serbestisi olmaz olsun. adalet ise cemiyetin tamamı için adalet olsun. yoksa kent çocuu rahatça tüm şımarık edasını sümkürmesin ortalığa. işte ben buna karşıyım kardeşim. sen olmayabilirsin, benim için mahsuru yok. buna ek olarak insan denen hayvana musallat olan torpil belasının da önüne geçilsin. muhterem bilgisayar kurası çezdirsin kimin hangi memlekete asker olarak gideceğine. bence 46.6'nın sırlarından biri budur. zira bu bizi beynelmilel münazara konusu olan insan hayatının değerinin kıyasına götürür. hiç bir ananın kuzusu yek diğerinden daha kıymetli veyahut kıymetsiz değildir. bu yüzden zengin/fakir herkesin evladı o kamuflajı/postalı giyecek ise hepsi aynı kumaştan üretilenini giysin. bu tartışılamaz.

askerde rahat etmenin yek sırrı vardır. aha buradan açık ediyorum; askerlik teslim olmak ile başlar. nizamiye'ye gidip teslim olursun. kendinin sadece sana verilen sicil numarası ve rütbeye sahip olan silahlı kuvvetler mensubu olduğunu kabul edip, üniformayı giymeden önce karakterini, tecrübeni ıvır zıvır şu bunu sivil kıyafetin gibi çıkarmayı başarırsan hiç bir derdin olmaz. mevcut durumunu kabullenip rahata kavuşursun. kimse seni bu noktadan sonra üzemez/yoramaz. eğer entel dantel bünyeni rahatlatacak ise bir nevi samurayın tefekkür ile kabullenişinin mikro ölçeği olduğunu farz et. milletinin süfli huylarını tefrik ettiğin takdirde arada bir fark olmadığını göreceksin. misal askerdeyken bizi kıvırcık ali denen ibnenin konseri için malatya'daki kapalı spor salonuna götürmüşlerdi. hemi de athena konseri diye kandırmışlardı kardeşim. sarsak tertiplerim de içerde bulamadıkları, demek ki hasretini çekiyorlarmış, sakız denen nanenin kantinde satıldığını görünce hücum etmişler, hepsi tepecik keranesinin orospuları gibi cakkıdı cakkıdı çiğnemek mesasine başlamışlardı. asker olmanın verdiği beleşe konma hevesi ile ben de ikramdan faydalanmış, çok sesli koronun nağmelerine uymak maksadı ile geviş getiren inek misali çene kaslarımın pasını alıyordum ki, iki sıra önümde oturan çakmak kışlası'ndan bir subay dönüp çavuş dedi, burada çavuş ben oluyorum. ne sandın gülüm düz er mi olacaktım yane? sen bu pırpıları kedi bıyıı mı sandın yoksa? nerede kalmıştım, çavuş dedi, yut o sakızı! işte askerlik mesleğinin sırrına vakıf olduğum an bu andır aziz kardeşim. subay'ın bana dönüp bu sözü sarfetmesi ışık hızı ile falan ölçülebilecek sürede olmasına rağmen aşağıdaki sıra ile tetkik etmek konusunda tüm sürat rekorlarını kırdım:
1. omuzda üç yıldız : yüzbaşı
2. emir : ulaştırmanın çavuşu (beni kastetti yau) yut o sakızı!
3. emiri uygula : yut, yuttum.
4. cevap ver, tasdik et : emredersiniz kumandanım!
5. analiz et : ulaştırmanın çavuşu, işte bu sensin olm kuzu. bugüne kadar yaşadığın yirmi bilmem kaç sene, okuduğun cilt cilt kitaplar, memesini sıktığın bilmem kaç kız, boşaltığın şarap şişeleri, söndürdüğün cigaralar, tırmandığın dağlar, aşk üzerine söylediğin kamyon dolusu söz. bunların şu üniformayı giydiğin sürece hiç bir kıymeti harbiyesi yok. allahtan bu durum bir süre ile sınırlı. sen şu an sadece ve sadece ulaştırma çavuşusun. gerisini boşver. oh bea. şimdi rahatladım. şimdi gel 185 gel.

bir diğer mesele ilki halledilemeden izah edilemeyeceği için şimdi müsadenle onu da yazıyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir mensubu, dolayısı ile yenilmez ve her türlü melanetin üstesinden gelebilecek türk askeri olduğunu idrak etmiştin. Şimdi gelelim bir emrin icra edilmesine. buradan söylüyorum ki türk askeri her türlü emri yerine getirebilir. bu icra makamı adem, şahsiyet, şart, şurt dinlemez. bunu şu veciz söz ile kışlalara nakşetmişler, doğrudur : zoru başarırız, imkansız biraz zaman alır. sana verilen emrin saçma, imkansız, faydasız olduğunu tetkik etmek sana kalmaz. bu emri veren mutlaka bu konuya senden daha vakıftır. senin yapma gereken tek icra etmektir. düşünme yap. işte askerlik bu iki kelimeden ibarettir. nasihatimi ciddiye al, daha fazlasını düşünerek kendini boş yere üzme.

bu iki nacizane nasihatimi dikkate aldığın takdirde rahat edeceğinden eminim. ben sıkıntılarımın, ufunetimin bu yolla hal çaresine bakmış idim. orada bir sistem var. tıkır tıkır işliyor gözüküyor. zarar verecek habis amel de henüze icat edilmedi sanırım. askerlik vazifesi sürelidir, bu yüzden muhakkak bitecektir. tez zamanda gidip dönmeni dilerim. hemi dememişler mi asker ocağı peygamber ocağı diye... ayrıca biliyorsun, daha önce de bahsetmiştim; madem ki türk olmak bir durumdur, her türk asker doğar kesin bir kaziyedir. tadını çıkarmaya bak. aklıma gelmişken aktarayım. bizi de böyle bağırtırarak yürütüyorlar felan, postallar ayaamı yara yaptığından ben de yan çizmek istiyorum, madem türkler asker doğuyor, ben boşnağım, salın beni gideyim, biz asker doğmuyoruz kolpasına yatıyorum. maksat tertipleri güldüreyim istiyorum. akabinde bölük komutanı açıklama yapıyor. şimdi sakın götünüzle düşünmeyin her türk asker doğar deyince, ben türk değilim diye ortaya çıkanlar olacaktır, misal ben boşnağım, ama boşnak diye bişi yok, hepimiz türküz, her türk de asker doğar...

Wir Alle Sind Auf Dem Selben Boat

hey, wir sind nicht ali oder ahmet,
betrachtet das schachbrett.
wer uns mißachtet ist jetzt im zugzwang,
ihr machtet uns mit eurem betrug lang genug krank.
betonkopfe verschwinden vom winde verweht wie flugsand.


gözünü dört aç ve kulak ver bana.
98 cartel yine gelir sana.
maffayla kaynaştık ne öyle yanyana.
bıktım usandım kibrit gibi yanmaya.
ceviz boş kaldı, sele gitti nefretin.
haksızlıkla, yolsuzlukla doldu taştı defterin.
devletin sağ kolu musun ulan zühtü?
insanlara karşı hakaretlerin sadece püftü.
dar kafalılığın sonucu elbette meskenet.
dünyanın her yeri sana bana memleket.
5 milyar yolcu beraber aynı gemide.
kara toprak bekliyor seni de, beni de.


Almanya’ya hiç gitmedim. Birkaç Avrupa ülkesine gittim, dönünce toprağı öptüm. O yaşta iken, oradaki sessizlikten sonra, bu derece özlüyordum buradakilerin safsata dolu muhabbetini. Bülbülü altın kafese koymuşlar hesabı. Misal; Pazar günümü St. Peter’de Papa’yı dinlemektense, Bağdat Caddesi’nde piyasa yaparak geçirmeyi tercih etmiş, apar topar dönmüştüm. Cadde’deki kızlar Vatikan’daki hemşirelerden bir hayli güzeldi. Bizim de Avrupalılardan daha hayat dolu olduğumuza karar vermiş idim. henüz aksini düşünmeme sebep bulamadım. Sırrı burada olsa gerek. Yoksa hakikaten daha genç miyiz ne? Söylediğim gibi şimdilik kıt kanaatim buna işaret ediyor. Bu gençlik bahsini mühim buluyorum. Üzerinde durmakta fayda var. Başımıza ne geliyorsa delikanlılıktan, kaynayan kandan gelmiyor mu zaten? Her yönden genciz, bundan mütevellit acemiyiz. Seni, beni yok; hepimiz eyleyiz işte. Misal; nerede 1789 nerede 1923. Nerede Selanik, nerede Serez. Buradan yola çıkarak ihtiyacımız olan biraz zaman/tecrübe sanırım. Derin derin nefes al, ona kadar say. Ne diyordum; Almanya’ya hiç gitmedim. Mabed-i intizamın temelleri üzerine bina edilmiş olduğunu tahayyül ediyorum. Ne harika. Bendeniz gündelik yaşantımda askeri intizamın müptelası olduğumdan bu sarı kafaların disiplinine uymaktan fevkalade zevk alacağımı tahmin ediyorum. Ne ise, Almancı arkadaşlarım oldu, sıkıntı yaşadıklarına bizzat şahidim. Zor durum. Hemi orada hemi burada hayatını idame ettirebilmen için fazladan çaba göstermen gerek. Gelip geri dönen, kesin dönüş yapan, iki tarafta da uyum sorunu yaşayan iki arada bir derede kasti olarak sıkıştırılmış insanlar. Vatanlarında Almancı, orada Turken Raus. Küpeli dazlak kafa, deri montlu Neonazi SA tugayı durumları. Bir arkadaşım, okullarda herkes uyuşturucu kullanıyor, hemen geri dönmem lazım diye anlatmıştı. Dazlaklarla savaşan çeteye girmiş, kafa göz falan patlatıyormuş ama felaket mutsuzmuş. Hep dönmek istiyormuş. Tam gelmeye çalıştığı sırada babasını kesti, şimdi içerde. Cezasını yattıktan sonra kesin dönüş yapacakmış. Belki de hiç çıkamaz Deutschland Gemacht Tutuk ve Tevkif evinden. Velakin mevzu bahis arkadaşım ve kader arkadaşları doğu ile batının kadim çatışmasının arasında kaldılar. Biri dümdüz akılın, diğeri türlü süfli duygunun esiri/eseri. Almancı arkadaşlarımdan hiç biri ile anlaşırken sıkıntı yaşamadım. Zira insanlarla kolay münasebet kurma kabiliyetine haizim. Canım isterse, aklım keserse. Ne yani hemi akıllıyım, hemi duygusalım martavalı mı atıyorum ne? Ne ise fark etmez. En çok Afyon Emirdağ’lı var diye işitmiştim Almanya’da. Bu durum Emirdağlının o zamanki fakirliğine delalettir. Yoksa kim evini, barkını, anasını, avradını bırakır gider gavur ellerine? Hiç. Hele uzun bacaklı, koca memeli sarışın Alman hatunların peşinden; asla beni buna inandıramazsınız. Türk erkeği ehli namustur. Alman endüstrikapitali kendi ülkesindeki işsizler ordusunu tüketince bozkırdan Türk ithal etme cihetine gitmiş. Yoksa şimediferin kazanında yakacak odun kalmadığında yolda kalır kompartımandaki sanayici herrler ve fraular, İsviçre'de göl kıyısındaki otelde yapacakları kış tatiline gidemezler, domuz yiyip bira içemezler. Ne demiştim, bir tek bizim memleketimizden gitmediler nach Deutschland. Rumeni, Bulgarı, Sırpı, Greki, Polonyalısı, Ahmeti, Muhammedi, Yorgosu, İvanı envai çeşit insan, çil çil Mark’ın peşinden seyirtti, kimi yitip gitti, kimi zengin döndü. Bunlardan biri Peter Maffay. Gerçi onun özü Alman. Romanya’daki Seidenburgen’e koloni kurmaya giden Sakson ceddinin izinden sekiz asır sonra anayurda dönmüş. İyi de yapmış. 1998’de Cartel ile birlikte çıkardığı single tabir edilen albümden dinlediğim şarkıdan kalmış aklımın kırıntısında; hepimiz aynı gemideyiz, batarsak beraberiz deyü. Aynı gemideyiz ulan tabe. Daha önce düşünmemiş miydin? İyi düşün. Daha önce de binmiştin benlen aynı gemiye. Hani sonra çok yağmur yağdıydı da sel götürmüştü dört yanı. Günlerce toprak yüzü görmeden sürüklenmiştik, nihayetinde dağın doruğuna oturduydu gemimiz. İşte bu yüzden sadece metanet sana bana memleket.


sevgi tarlasına etnik tohumlar ektik.
sonuçta estetik fotoğraflar çektik.
cartel maffay işte kültürlerin birleşimi.
dik kafalar öğrenemez kafa yoran bilir işi.
bilir kişi acemi acaba kim yener?
örümcek beyinliler karanlıkta gezer.
aydının elinde her sefer fener.
şener şen gibi sen olup birazcıkta gülelim;
3 günlük dünyada neden üzüp üzülelim?
su gibi süzülelim çuval gibi büzülelim.
dargın suratlar nefretin kaç paralık?
gerçeklere gözünü yumanların sonu karanlık.
susarak kime yarandık bu parça size.
karanlığa biraz ışık tuttuysak ne mutlu bize.
gök ne sınır tanır ne vize.
onu bunu bırakında gelin artık kendinize.


Smirna ve Tesalonika iki hemşire. Smirna yaşça büyük olanı, Tesalonika boyca uzun. İkisi de birbirinden güzeldi eskiden. Şimdi Smirna kocasından yediği dayaktan, sert sikişten biraz pörsüdü. Eski güzelliği pek kalmadı, ama yine de cilveli haspa. Şu Türkler hakikaten barbar mı oluyor ne? Vahşi herif. Güzelim aftosunu eskitti, püsküttü. Yoksa yaşlandırdı mı demem lazım, bilemiyorum. Eskiden bu hemşireler birbirine hediye verip almış kaç asır. Misal Smirna bacısına Sebatay Sevi’nin inancını hediye etmiş, pek mühimdir, bunun da üzerinde durmak, düşünmek gerekir. Bülbüllü, kafesli nefis hikayedir. Komplo teorisi/münasebet yumağı seven zihinlerin kıt dimağını karıştırır, feci hale sokar, bundan sonra ne yapsan kar etmez. Diğeri ona Rumeli muhacirlerini, bir de kasap havasını. Bu hacdan önce yalınayak başıkabak Türk az imiş İzmir’de, buna karşı Selanik’te de Rum. Enteresan ikisinde de Yahudi çok imiş. Nerden gelmiş bu kadar Yahudi yau? Dönelim İzmir’e. Misal ayakyolu der İzmirliler, Selanik’ten yadigardır. Asfalyamı attırma ise oraya giden Rum’dan. Nasıl şimdi Mardinli Kürtler Kadifekale’den aşağı bakıp heves ediyorsa, o zaman da Türk bu tepedeki mahallelerde otururmuş. Aşağıda Levantenin, İngilizin, Rumun, Ermeninin oturduğu bugün Fuar’a denk gelen zengin semtlerine haset edip Gavur İzmir deyivermişler. Zaten bu hasedin neticesi meşhur İzmir Yangını’na yol açtı iftirası ile yüzleşmek zorundayız. Binaenaleyh işte Başvekilin ağzına sakız ettiği Gavurluğumuz bundan ibaret. O bizi dinden imandan çıkmış sanıyor. Keyfi bilir. Bunu muhasebesini nasıl ise yapan var. Kendisi ile cehennemde bol mesai harcayacağımıza eminim zebanilerin elinde. Bir nevi azap kardeşliği. İzmir namlı orospunun hor kullanılıp Laz müteahhite peşkeş çekilmesine karşılık, daha önce bahis açmış mıydım bilmiyorum, İzmir’de muhacirden sonra en çok Hemşinli Pastacılar ikamet ediyor, atamın yurdu Selanik gönüllerde bir intizar, el değmemiş bakire, gül dudaklı, gonca yanaklı bir dilber, afeti devran, derdime derman. İşte bugün bak, Kordon ile Yalı birbirinin aynısı silüeti yansıtır denize. Biz geldik, onlar gitti. Önceden aynı gemide değil miydik sanki!


sinirli ufuklara gözü gören körlere.
yaşamayı unutup ölen amatörlere.
tek yön çemberinde dolaşıp dönen şoförlere.
paydos ulan, uyan 2000e 5 kala.
yola çıktık yöreselden ulusala,
ulusaldan evrensele, atlıyoruz daldan dala.
ağaç gibi tür tür yaşamak tek ve hür.
orman gibi kardeşçesine bir ömür.
komür başına mı vurdu?
senindi, benimdi derken unuttuk cihanı yurdu,
barışı, sulhu imdat ulan orman yanıyor.
kızılırmaktan kızıl gönlüm kanıyor.
kim geliyor kim kalıyor?
hangi at gözlüklü eşek kalacağını sanıyor?
bizi bizden iyi tanıyor gök ve deniz.
bir de kara toprak naber lan keriz, naber lan keriz?


Kaçkar'a gitmiştim bilmem kaç sene önce. Giden bilir Yukarı Kavron en yüksekteki yaylasıdır Kaçkar'ın. Yılda on gün kadar güneş alıyor. Tadına doyulmaz manzarası falan var. Biz Ayder'e varmıştık ki, boğa güreşi olduğunu öğrendik. yukarı doğru devam etmeden oturalım güreşleri izleyelim, hemi de yaylaya çıkan olur, bizi de bırakır diye kurulduk yamaca. Bilmem kaç farklı lisan duyma imkanı oluyor insanın bu dağları gibi insanı da bir hayli karışık coğrafyada. Lazca, Gürcüce, Hemşince, hepsi birbirine karışıp gidiyor. İşte memleket beyle karışık. Netice; onu da sen bulacaksın kardeşim.