13 Kasım 2007 Salı

Masumiyet

namazgah'tan çıkıyorum mahalleye doğru. sabah ezanı okuyor kuşlu camii'nin imamı. gün aydınlanıyor. halbuki biz gece yaşıyoruz. işimiz bu. süfli hayatlar beyle seviyor, ne yapalım. kader. kader mi yoksa ben mi seçtim yolumu tam olarak bilemiyorum. zaten artık bilmemi gerektirmeyecek kadar uzun zaman geçti üstünden. alıştıktan sonra fark edeceğini de sanmam. herkes için de bu şekilde olacağını tahmin ediyorum. her ne kadar tanıyanlar kesik diye çağırsa da, hacı dedem doğduğumda kelime-i şahadet ile beraber memet ismini kulağıma üflemiş. ancak ne bu mukaddes isim, ne de mukaddes kelime engel olmamış itin önde gideni olmama. namım olan kesik nerden kaldı diye meraka düşecek olan olursa, ödemiş'te yatarken karagümrüklü piçlerden biri kellem ile bedenimi ayırmaya kalktıydı. onun aziz hatırasındandır. karagümrüklüler'de intikam mukaddestir. aksi, türkiye'deki bütün cezaevlerinde itibarlarının sonu olur. hakikaten her cezaevinde semtin koğuşu mevcut. istanbul'un bu mıntıkaları serseri fabrikası mübarek. ödemiş'ten bahsetmişken söylemeden geçemeyeceğim, bir ara gidip bozdağ'dan gonca toplar, kale'de satardık mahallenin diğer kopukları ile. en güzel zamanlardı o günler. gonca da en güzelidir ancak delidir işte. bunun bir kusur mu meziyet mi olduğunu bilemeyeceğim. bu meseleye uzun süre kafa yormama rağmen neticeye henüz varamadım. sadece insanı mesud ettiğini söylemem yeter. neyse sözü bulandırmayayım, bu kanlı mevzunun bıraktığı iz namım oldu işte. herkes ilk enfes hatırama bakar, gözünü oraya kaydırmaktan kendini alamaz nasıl hayatta kaldığıma hayret eder. belki de gündüzün aydınlığına karşın gecenin karanlığını seçmem bundandır. zira gece, güneşin ortaya çıkardığı tüm yaraları örtmeye mukadderdir. ancak derinde olanlara gücü yetmez, acısını pekiştirir. misal kalp kırıklığı buna en güzel örnektir.
basmane'deki pavyonlardan ekmeğimi çıkarıyorum, daha doğrusu çıkarmaya çaba gösteriyorum. hava karardıktan sonra başlayan mesaime giderken manzara-i umumisini pek beğendiğim oteller sokağından geçerim hep. pavyonun, kavenin, konfeksiyon atölyelerinde geberene kadar makine başında çalışan, her gün ve her saat kendi atölyelerini açıp köşeyi dönme hayali kuran mardinli kürtlerin, itlerin, bokun, kokunun, kokoreçin, kokonun, moskovalı, belaruslu, çingene ve türk malı orospunun ve onun pezevenginin dibinden. işte izmir. senin göt deliğin buraya yakın olmalı. yoksa bu pis koku ne! hali hazırda mevcut manzaramın huyundan suyundan bünyem etkilenmese idi kendimi eksik kabul ederdim. varlığım varlığına armağan olmuş bir kere. zira hepimiz aynı çorbacıdan çorba içiyoruz. bekir, ben, yusuf, posterleri satan oğlan. ne güzel yol tutmuş. iyi satıyor. hayret. beyle dümen bulamadım kendime. hep sikimin dümen suyunda olduğumdan mı yoksa muhteremin keyfinden mi bilemem ve dahi bilmek de istemem. nasıl istiyorsa eyle olsun. kapısında nöbet beklediğim tüm pavyon sahipleri beni çok sevmiştir. ne zaman yolsuz kalsam eski patronlardan birine iskele olmak imkanı tanıdı bana bu sevgi. bu ne sevgi ah. kapıların açık kalmasının sırrı köpek gibi sadık ve emirlerden şaşmayan sadakatimdir. vur derlerse gözümü kırpmam. on yedi kere cezaevi görmemin sebebi bu değil mi? hacı dedem beyle sadık yetiştirdi, hemi beni, hemi dükkanını bekleyen itini. küçükken büyük demir han'da marangozhanesi vardı dedemin. yaz tatillerinde çıraklık vazifesini neşe içinde yerine getirirdim. ne zaman talaş kokusu duysam marangozhane ve tezgahta çalışan dedem gözümün önüne gelir. erken yaşta gitmese idi sanırım hepimiz için daha hayırlı olacaktı. ölünce evi geçindirmek derdi bana düştüğünden derhal okuldan tornistan ettim. on dört yaşında idim, hiç dayak yememiştim, kalbim temizdi. önce ikiçeşmelik'te bir kunduracıya çırak girdim. kalfa olacak ayyaş hergele ilacın kokusu ile kafayı bulur, her fırsatta döverdi beni, sebepli, sebepsiz. tahminim, kahpe talihinin acısı benden çıkartmayı adet edinmişti. akşam çıkmadan dükkanı süpürmeye başlamıştım ki, bana yeltenince tezgahtan aldığım limaki ile husyesini hacamat ettim. işte içeri ilk girişim bu mevzuundandır. oranın havasını benim gibi çocuk yaşta içine çekip de kafayı bulanın, kafası asla açılmaz derlerdi. bu sözün doğru olduğunun en güzide kanıtlarından biri benim.
fazla vermedi hakim. babacan bir ihtiyardı. hala gözümün önündedir cemali. iki sene yattım çıktım. on yedi yaşında içerden çıkmış ol, anan, baban, soyun, sopun, evin, barkın olmasın; hayatta kaldıysan bir daha kimse seni deviremez. mahalleye gittim, nenen ananın yanına taşındı demeseler nereden öğrenecektim hakiki orospu evladı olduğumu. meğer anam var imiş yau, hemi de zamanında tepecik keranesinin en namlı orospularındanmış da haberim yokmuş. mahallenin parayı bulan konfeksiyoncu pezevenklerinden biri anamın kalbini çalıp, aftosu yapınca, hacı dedem ilişiği kesmiş anam olacak kevaşe ile. o da içinde bu aziz mesleğin ateşi olduğundan mı bilinmez, sevgilisi olacak it bir süre sonra başka manita bulunca, tezgaha düşmüş. işte bunu öğrendiğimde maküs talihimin sebeb-i mucizesini kavramaya bir nebze daha yaklaşmış idim. artık kafam gayet dumanlı idi. işte ayık gezmekten bir ömür boyu uzak kalmam kararını o an verdim. zaten cezaevinde cigara sarmanın ihtisasını yapmış idim. artık bünyemi/ciğerimi dumana vakfetmenin zamanı geldiğine kararım kesin oldu. sanırım validemin mirasından kaynaklanıyor orospulara meyil vermem. her daim iyi anlaşmışımdır bu kadim mesleğin erbabı ile, nicesi dostum oldu, nicesi mesleğine ihanet edip bana bedelsiz açtı gönlünün kapısı ile bacağının arasını. zaten pavyon kapısı iti mesleğini edinmemin sebebi de gençlik ateşi ile abayı yaktığım kevaşeyi her gece görmek için mekana devamlı müşteri yazılmam değil miydi sanki. zamanla kadroya girdik işte. üstünden amma uzun zaman geçmiş. evlenip kurtulucam bu hayattan, evimin kadını olucam diye niyet edip türk filmlerine özendi, gitti o kıro ile evlendi. herif de pavyonda karı çıkartmanın ruhunun çukurunda çaktığı kıvılcım ile alnının ortasına basmadı mı kurşunu ilk şüphede? kim masum. rica ederim bana bundan bahsetme. yalan dünya.
mesai bittiğinde buralara akmaya başlar nefsinin köpeği olmuş tüm haytalar, akşamcılar, pavyona, meyhaneye, şarkıcıya, rakıya, şaraba, cigaraya, karıya düşkün olanlar. varsınlar gelsinler. hepsine yetecek pislik var burda. ister şarap içsinler sokak aralarında, ister cigara üflesinler, ister travesti siksinler. hepsi için yeteri kadar şarap, ot, karı, oğlan mevcut. lanetli mevcudiyetlerinin acısını çıkarsınlar ucuz, harcanmış hayatlarından. ne var bunda. mücadele ise mühim olan gerisi teferruattır. işte bu mücadeleyi hepsini, vazife, iş, ev kirası, elektrik faturası, günlük politik, beşiktaşın hezimeti, vatan millet, özgürlük ıvır zıvır şu bu ile esir etmeye çalışan kahpe dünyaya sinsi sinsi arkadan yanaşsınlar, kıçına parmak atsınlar ya da işaret ve baş parmağı arasından bir yılan dili gibi çıkan şişleri ile delsinler. bu da onları hakkı, belki teskin olurlar bu sayede. ister haklı olsunlar ister haksız. benim içi farketmez. zaten dünya için hiç farketmez. o kahpe alışıktır bu muamaleye. gece burada yaşamayan için de kayda değer olacağını sanmıyorum. ancak sabaha karşı evlerine döndüklerinde pisliği geride bıraktıkları yanılgısı içine düşmelerine şaşırıyorum sadece. oysa gelirken ceplerinde getirmemişler miydi biraz?
bazen kızıyorum zeki demirkubuz'a. onun bundan bihaber olmaması beni hiç enterese etmiyor. bu filmi çekip bünyemi daha da zehirlemeye hakkı var mı diye yakasına yapıştığımı hayal ediyorum. silkelediğimi. bekir'in kafasını patlattığı emanetini şakağına dayayıp sen öldürdün ulan onu diye anasına sövmeyi. sonra da dizlerimin üstüne çöker ağlarım sanıyorum. ne suçu vardı bekir'in. hep o uğur olacak kahpe yoldan çıkarmamış mıydı onu. önce onun peşine takılıp izmir'e geldi, koca dükkan battı gitti. sonra taksiler, ev, karı ıvır zıvır şu bu. bir büyükle eve gelip hepsini içtiği gün hala gözümün önünden gitmiyor. sabah gözünü açtığında diyarbakır otogarında bulmuştu kendini. masum muydu bekir? hiç sanmam. o değil miydi bir kahpe uğruna yuvasını yıkan? evet, sanırım oydu.
uğur güzel kadındı. şarkı söylerken görmeyen bunu bilmez. uzun boylu, alımlı idi. üstelik nazı, niyazı da yoktu. konsomasyonu falan iyi bilirdi. müşterisi, hayranı, müptelası da pek çoktu. başta bekir işte, sonra sen, ben. bu yolun yolcusu ise kader mahkumu muydu sanki, hiç değildi. kendi seçmişti bu yolu. yokluk, yoksulluk bahane. zagor'un yakışıklılığı, ağzının laf yapması, hızlı yaşaması tav etmemiş miydi onu? eh hiç de masum değildi. kendi seçti yolunu, anasını, yatalak babasını bırakıp düşmüştü zagor'un peşine. üstelik de sinop'ta evlendiği herifçioğlu sıyrılıp kurtulma fırsatı tanımıştı ona. belki ümidi yoktu, bilemem. sorma fırsatı bulamadım. hep uzaktan gördüm onu. onu uzaktan sevmek aşkların en güzeli idi. zira oldukça tehlikeli kadındı. adamı çıra gibi yakar. nicesi yaktığından belli değil mi? üstelik o zaman daha kader'i izlememişim, masumiyet'teyim hala. halbuki bekir'in karısı var türbanlı falan, mütedeyyin, namuslu, iffetli. ne ise lafı uzatmamam lazım daha çok. hepimiz bekiriz, uğuruz, yusufuz yada çilemiz, ne fark eder. anasının kuzusuyuz işte bir şekilde. bir yere gitmeyen hayatlar yaşıyoruz işte, amaçsız, kayıp, boktan... o yüzden canımızın yanması mühim değil, ama diğerininkini yakmak neden? işte bunu soruyorum sürekli kendime.
oysa eski zaman serserileri bizim gibi miydi? onların bir yolları, iyi/kötü faydası vardı cemiyete. misal külhanbeylerini hep geceleri hamam külhanında yatan yersiz, yurtsuz, mazanne-i sui erbabı şahıslar bilmedik mi? oysa onlar tarikat ehli, hatta kalenderi idi aziz kardeşim. evsiz, yurtsuz, anası, babası, kimi, kimsesi olmayan veyahut veled-ı zinalardan biraraya gelmiş, bu serseriler kalenderilerin elinde bir nizami ayinleri olan bir tarikat nizamı altında toplanmışlardı. üstelik bu kendilerine has kıyafetleri olan ve lehçe-i külhani konuşup, ona buna sataşan işsiz güçsüz serseri güruhunun bile bir faydası vardı. misal duçar olmuş küçük çocukları ve muhtaç dulları savunmaya mecbur hissederlerdi kendilerini. Soğuk kış günlerinde dersaadet'in dar sokaklarındaki çamuru kocaman çalı süpürgeleri ile süpürürler, kar yağanda ise karı kürerlerdi. eskiden istanbul'un sokaklarının ortası dere yatağı gibi çukur yapılırdı belki hatırlarsın. işte bu yalınayaklı külhan beyleri, muhitte oturanlardan talep ettikleri cüzzi ücret mukabilinde yolun iki yanındaki çamuru ortaya süpürür, yoldan geçene adım atacak yer bulma imkanı sağlarlardı. kimsenin adam yerine dahi koymadığın külhanbeyleri cemiyet ahlakını kirli çıplak ayakları ile çiğneyerek kelbi bir felsefe ile düştükleri sefalet batağında iken bile bir fayda sağlarlardı. neden tüm diğerlerinin ulvi bir amacı olması? kim bilebilir. bunu sen kendine sormalısın. ancak asla cevabı bulamayacağına da bahse girerim.

serseriler hakkında
ıvır zıvır şu bu

Güzelleme

Şükrü Saracoğlu’ndaki maçın 66.66’ncı dakikası idi saate baktığımda. Tuttuğum takımın yenilmekte olduğunun verdiği hüzün ile bünyeme ancak litre ölçüsü ile hesaplanabilecek miktarda yüklediğim alkolün tesirinde iken, külliyatını nerede ise hatim ettiğim inan6666’nın ayaktopundan bahis açmadığı aklıma geldi. Biraz kışkırtsam acaba kalem oynatır mı falan diye düşünürken, 25. Saat filminde Monty namlı torbacı pirinin ayna karşında yaptığı epik konuşması vasıtası ile kendisine bir güzelleme yazayım diye kafamda tasavvur etmeye başladım. Adamımız Montgomery Brogan, çocukluğunun geçtiği sefil Bronx’da sokaklarda top peşinde koşarken her türlü pisliğe basmayı tecrübe ettiğinden, parlak zekasına hürmeten aldıkları kolejde zengin bebelerine tombala çektirmeye başlayınca kapının dışına koyulmuş, narkotik kariyerin sağladığı $$$ istifinden ziyadesi ile zevk alıp, kendi kendisine ev, araba, çıtır Porto Rikolu manita tevdiatı yapmak yolunu tutmuştur. Yaşadığı bu zevk-i sefa dolu hayatın tadını çıkartırken daha çok $$$ istif etme hırsı ile tüm Hollywood filmlerindeki serseri bünyelerin en büyük hatasını yaparak, son ve büyük bir iş patlatıp piyasadan çekilmek kararı aldığından tüm servetini evdeki deri koltuğun içine güzelce zula ettiği sandığı bir gün, lacivert üstüne sarı yazılı yağmurluklarından her Türk evladının görür görmez tanıyacağı DEA departmanından ajanlar ansızın kapısını çalarak metazori misafir olmuşlar, zulayı anında açık ederek Monty’nin yekün sermayesine ve bilhassa geleceğine ipotek koymuşlardır.

Necip Türk evladı paranın neden bankada faiz beklentisi eşliğinde mışıl mışıl uyumak yerine, deri koltuk içinde kıç altında baskı görerek huzursuz zula yeri seçtiğini merak ederse diye not düşüyorum, Amerika Birleşik Devletlerinde, kale gibi yıkılmaz, tank gibi ezici Anglo-Sakson hukuk sistemi ile tesis edilmiş nereden buldun ulan bu kadar parayı mekanizması yürürlükte olduğundan, narkotik kariyer marifeti ile elde edilen $$$ istifinin memleketimizdeki gibi el kol sallayarak bankaya tevdi edilmesi imkanını bulunmamaktadır. Zira anında FBI falan evinize camdan girmek münasebeti ile hayatınızı kaydırabilir. Bu tehlikeyi işaret ettiğimden ilerideki ticari hayatınızda dikkat ve itina göstereceğiniz varsayıyorum. Bu çekince güzide memleketim için mevzu bahis değildir. Memlekette iseniz, rahat olun.

Adamımız Monty, işlediği suçtan dolayı çıkarıldığı mahkeme kararı neticesinde Otisville’deki dinlenme tesislerinde ömrünün yedi yılının geçirmek ile cezalandırılmıştır. Edward Norton’un oynadığı Montgomery Brogan’ın en büyük korkusu, Amerikan Hapishanelerinin yine tüm Hollywood filmleri vasıtası ile bildiğimiz alameti farikası olan fiili livata yolu ile ihtiyaçlarını giderme hacetine giden dopingli kaslı, iri yarı, insan azmanı, zenci/beyaz diğer erkek mahkumlardır. Cemalinin hayli düzgün olduğundan ilgiye mazhar olacağı endişesi kendisini yiyip bitirmektedir. Zira kahramanımıza hayat veren Edward Norton’un daha önce canlandırdığı Derek Vinyard karakteri ile bu acı ilacı tecrübe etmiştir. Sanırım bu çok okuyan mı yoksa çok yiyen mi bilir münazarasının galibi ancak tecrübe sahibidir. O yüzden kendisine itimat etmekten başka imkanımız olduğunu sanmıyorum. Sırf yüzden bile insan Türk olmaktan gurur duyabilir. En azından güzide memleketimizdeki tutukevlerinde götümüz güvencededir aziz kardeşlerim.

Geride bırakacaklarının en güzel tezahürü manitası Naturelle Rivirera’nın bedeni vasıtası ile henüz gözlerinin önünde kıvrak bir dans icra eder iken, ilerdeki karanlık günlerin verdiği iç sıkıntısı ile yaşadığı iç çatışmaları, sosyal tepkiye dönüştüren Montgomery Brogan rolünü takdire şayan başarı ile oynayan muhterem Norton’un, babasına ait barın tuvaletindeki aynanın karşısında küfür marifeti ile kendi mezhebince modern Amerikan toplumunun eleştirisini yaptığı tiradını icrası, sanırım benim gibi pek çok olan hayranlarının zihnine kazınmıştır.

İşte ben kafamın içinde, umarsızca havlayan ve eski sahibi Sait Faik olan yazmasam çıldıracaktım namlı itin ulumalarını dinlerken, bunları tasavvur ediyordum ki; uzatmada atılan golümüzü saymayan hakem tüm haleti ruhiyemin içine etti. Kızıla çalan öfkemin eşliğinde eve gitmeden önce sakinleşebilmek maksadı ile oturduğum kahvehanenin manzarasına giren sinema afişlerini görünce, üstadın son mucizesinin gösterildiği akabindeki seansa iki bilet alıp şizofren bünyem ile beraber girmeye hak kazandım.

Burada beni sevenlerin kuzu diye seslenmelerinden bile biliyorum ki, kuzu olmak sevilmeye eş değerdir. İş bu kelimeyle hitap edilmek bile insanın mutlu olmasına yeter de artar. Peki o zaman analarının kuzularını ne yapacağız? Anaların yitirdiği kuzularının acısı ile yüreklerinin yangınının içimizi kül ettiği, işbu acıya göz yaşlarımın sel olup aktığı bu mübarek film pek çok mühim noktaya işaret ediyor. Misal, o kuzusunu kaybeden anadan başka hiç kimse onun acısını anlayamaz, yaşayamaz. Her kim ki, senin kaybın ile benim de yüreğim yanıyor diyerek ve ondan daha çok feryat figan ediyor ise; bu süfli yaratığın muhakkak ek yeri vardır. Böyle bir acının karşısında insan evladı, ancak sus pus olur, oturur, ağzını bıçak açmaz. Tersini iddia edip, orta yerde dile getirenin alnını karışlarım. Ancak o mukaddes ana, kuzucuğunu yıllarca koynunda saklamış, kendi öz sütü ile büyütmüş, yuvadan yolcu ettiği gün başına bir şey gelir korkusu ile yüreğini sıkıntıya, kedere boğmuştur. Kim ki, eğer o ana evinde oturup gözyaşlarını içine akıtırken, meydanı işgal edip yüreğim yanıyor diye üstünü başını yırtıyor ise, sahtekarın, kolpacının, yalancının önde gidenidir. İşte bu ayarda kişiyi bir kaşık suda boğmak geliyor içimden. Bu yüzden bir ananın kuzusunu ölüme göndermek, dağ gibi büyük mukaddesat ve irade ister ki, tarih seni şerefinle yazsın. Bunun numunesi parmak ile gösterecek kadar azdır. Fatih Akın, sözü benim de evvelce bahis açtığım İsmail’in kurban edilme hadisesine getirmiş ki, babasının küçükken bu meselden hareketle, kendisini kurban etmemek için tanrıya karşı bile mücadele edeceğini söylediğini aktarınca, arasının bozuk olduğu babasının hasreti gözleri ile dolan, işte bu Almanya’da Alman gibi yetişen Alman Dili Profesörü’nün kendisidir. Netice; ne kadar tersi için çaba gösterilmiş olsa da Nejat, Türk oğlu Türk’tür. Bayram namazına giden kalabalığı görünce ne olduğunu idrak eder, babasını bulmak maksadı ile köyünün yolunu tutar, sanırım bulunca da elini öpecektir. Aziz kardeşim, madem ki, Türk bir durumun adıdır, sen de damarlarında akan, dünyanın hem en sahtekar, hem en mert kahramanını çıkarabilecek imkanı sağlayan kanının, Türk markalı olduğunu durum icabı farkına var, mevcudiyetini gözden geçir. Üstelik de acı vatanı kendi gözünle görmüşsün. Daha iyi takdir edeceğinden eminim.

Fatih Akın hakkında bir rivayet okumuştum. Askere gitmek mecburiyeti konusunda kendisine talep gelir ise, askere gitmek yerine Türk vatandaşlığından çıkacağını beyan etmiş. Bunun üzerine bu mübareğe söylemediklerini bırakmadılar. Hain, filan, ıvır zıvır şu bu. Çıkma kardeşim, vatandaşlıktan. Sakın çıkma. El ele tutuşup gidelim Genelkurmay’a. İşte bu kıvırcık kuzu yapacak benim yerime askerliği dersin, ben senin yerine değil bir, bir düzine kez yapmaya razıyım askerlik vazifesini. Zaten bir kez yapmak bana yetmemiş, tadı damağımda kalmış idi. Sen film çekmeye devam et, ben sınırda nöbet bekleyeyim. Çünkü sen Türklük gururuna benim sarsakça tuttuğum nöbetten daha büyük katkı sağlıyorsun. Senin çektiğin film vasıtası ile ben Türk olmaktan büyük gurur duyuyorum. İşte diyorum, dünyanın en büyük sineması Türk sinemasıdır. Lanet olsun bana ki, bir daha para verip gidersem Amerikan filmlerine. Kahrolsun emperyalizm, fuck the european union, şu bu. Türk sineması bana göre dünyanın en büyük sinemasıdır. Çünkü ben Türk’üm. Fatih Akın’ın da Türk sineması ile tüm ilişkisi ancak Türk olmasından kaynaklanır. İşte Türk olmak durumu şuna işaret eder ki; o film senin için ruhuna en çok tesir eden filmdir, ancak tesiri kısadır. Çünkü Türk’ün imalatındaki en büyük kusur hafızasının yetersiz olmasıdır. Hem filmi seyrederek gurur duyar, hem de askere gitmediği için Fatih Akın’a küfreder. Hem milletin makus talihini kurtardığı için kendisine hürmet eder, hem de Trikopis’i yendiği yerde taş atarak kafasını yarar. Bunun temsilleri pek çoktur. Saymak ile başınızı şişirmek istemem. Zaten pek de üzgünüm. Fatih Akın, sağol, varol, nurol...

Kazım Koyuncu Aziz Anısına
Ruhu Şad Olsun.