28 Aralık 2008 Pazar

long way round



yıldız savaşları filmlerinden obi van kenobi olarak tanıdığımız ewan mcgregor ve serpent 's kiss filminde tanıştığı kendisi gibi aktör olan kankası charlie boorman motosiklet üzerine olan ortak tutkuları üzerine konuşurken şu diyalog geçer;

+ charlie, ne dersin seninle şöyle motor üzerinde bi güneye uzansak nassı olur? misal ispanya filan...
- neden olmasın adamım, ben seninle heryere giderim.
+ o zaman boşver ispanya 'yı charlie. dünya turuna çıkalım mı?
- beni bozmaz adamım.

işte bundan sonra meseleyi ciddiyetle ele alan bu iki tip, gidip londra 'da bir ofis tutar, huri gibi sekreterler işe alır, aylarca sürecek hazırlıklara ciddiyetle koyulurlar. her ne kadar charlie, avusturya malı halis toz toprak için imal edilmiş ktm ile gitmek istese de, ktm 'nin bu ikisinin bu yolu bitirebileceklerine ikna olmayınca motosiklet vermekten vazgeçer. şüphesiz ki, bu on bölümlük belgeselin en etkileyici sahnelerinden biri, firmanın müdürü ile konuşup bunu öğrenen ewan mcgregor 'un ağlamamak için yutkunması ve charlie boorman 'ın odasındaki ktm posterini sunturlu bir ingiliz küfür serisi ile yırtması idi.

iki bmw r1150 gs adventure motosiklet ile her türlü off road ve on road motosiklet eğitimi, ilk yardım, terör saldırısını savuşturma, tamir, bakım, onarım, kampçılık derslerini üç ayda tamam ederek londra 'dan marşa basacaklardır. kahramanlarımızın yegane ameli, 150 günde londra 'dan doğuya doğru motor sürerek new york 'a ulaşmaktır. yolları bir çok ülkeden ve zorlu doğa şartlarından geçeceği için yola çıkmadan bu konuları pek güzel etüd ederler. en korktukları bölüm, stalin döneminde zorlu doğa şartlarını yenmek ve devasa rusya topraklarını batıdan doğuya bağlayabilecek bir otoyol açabilmek için tüm aydın ve muhaliflerin çalışmak üzere gönderildiği ve yolun yapımında 20 milyon kişinin ölüp, bizzat yolun inşaatına gömüldüğü için road of bones adını alan güzergahta yapacakları seyahattir. izlemediğiniz için henüz ne kadar cesur olduklarından bihaber olduğunuz kahramanlarımızın seyahatinde onlara çekim ve sağlık ekibi olarak iki destek aracı bir gün arkadan eşlik edecektir.

yolda başlarına neler mi gelecek? ukrayna 'dan itibaren mafyavari bi tipin evinde yusuf yusuf ederek misafir olma, kazakistan 'da polislerin ısrarla eskotluk etmesi ve ancak türkiye 'de olabilir diyeceğiniz her gittikleri yerde zorla yapılan karşılama törenleri, moğolistan 'da yol olmadığı için canlarından bezerek hüngür hüngür ağlayıp korkmaları, sibirya yollarında bırak motoru, devasa rus kamyonlarının bile geçemeyeceği sel taşkınlarında kalmaları, bizim buradaki serçeler kadar büyük sivrisinekler tarafından saldırıya uğramaları ve kıçlarının delik deşik edilmesi, alaska 'da buzullar ve balinalar ile kanada 'da ilk defa ikisine de araba çarpması sayabileceklerimden sadece birkaçı. ayrıca neler yediler bir de onu görün, gözü kulağı sakalı üstünde pişmiş keçi kellesi, hakiki moğol aşı koyun taşşağı çorbası, devasa amerikan hamburgeleri.

üstelik bir de gittikleri her yerde unicef 'in geri kalmış ülke çocukları için kurduğu allaan sittir ettiği yerlerdeki okullar için destek de istemeyi ihmal etmemişler.
bir sene sonra akıllarında en çok kalan ise, yolda karşılaştıkları bütün insanların onlara ne kadar iyi davrandığı ve yardım etmek için çırpındıkları idi.

ihmal etme kardeşim. bırak dizi felan izlemeyi. git bunun dvd 'sinden edin yada internetten download et, izle, hem de harika müzik eşliğinde. çok şey bulacaksın.

15 Aralık 2008 Pazartesi

kontra



motorsiklet nâmlı şeytan arabası kullanmak tecrübesine sahip olanlar iyi bilirler, işbu aracı bir istikâmete sevk etmek için, iyi dinle zira şaşıracaksın, gidonunu ters tarafa çevirmek gerekir.

vakti ile bunları pek çok kez konuştuk. hatta sanırım zipsofism bu mînval üzerine bina edilmiştir. nasıl merhum oğuz atay insan âmelinin tüm unsurlarını trigonometi ile hesap edebileceği nazariyesini ortaya attı ise, ustam inan6666 da fizik ilmini kullanarak benim kavramak konusunda bîçare kaldığım, kağıt üzerinde kargacık burgacık karalamalar veyahut eski yazı ile yazılmış bir takım büyüler gibi görünen hesaplamalar vâsıtası ile aynı neticeye hasıl olabileceğini iddia etmektedir. iddia için bakınız eski dilde fîtne.

madem eyle. şimdi bunu çezdirsin de görelim diye oturdum, bunların hepisini onun lâfzından derledim. bir takım kefere îlim adamları, aynı onun uçan cisimlere yaptığı üzere oturmuşlar, hesabını yapmışlar, formülünü dökmüşler; arka arkaya aynı hatta yolalan iki tekerlek üzerinde seyâhat etmek dûsturunu icra eden motorsiklet vâsıtası, takriben 27 km / s hıza ulaştığında, herhangi bir yöne dönmek istediğinde meydana gelen jiroskop etkisinden dolayı gidonu o istikâmet çevirmek mağrifeti ile hüsn-ü iade edilemez. bilâkis vahşi at misali seni üstünden atar, kendi de gidip cihad esnasında şehit olan yeniçeri misâli bir köşeye yıkılır kalır. işbu düşme anı hızdan dolayı feci bir kazaya sebebiyet verebilir, dahası hayatını bu esnada kaybedebilirsin. sana pek yazık olur. zira bunca yıldır çektiğin dertlere rağmen hala, henüz gençliğinin baharındasın ve dahi yaşanacak çok güzel günlerin var. unutma; jiroskop etkisi vâsıtanın tekerleğinin çapı ile âlakalıdır diye biliyorum.

imdi, motorsiklet vasıtasını virajlarda doğru istikâmete sevk etmek için, gidonunu ters yöne çevirmek gerektiğini yukarıda söylemiştim. işte bu fennin sırrı fizik ilminde yatar ve adı da kontra diye konulmuştur. üstelik mûcidi de aha bu motorsikletten daha tehlikeli bir vâsıta olan ve inan6666 'nın de ekmek kapısı olan tâyyareyi de icâd eden muhterem wright biradelerdir. bu teknik hadiseyi ister kabul et, ister etme, kardeşin bunu kendi gözü ile bizzat tecrübe etmiştir, ve dahi hergün etmektedir. şu senin sevmediğin ekşi sözlükteki münazarada da söylendiği gibi, eğer motorsiklet ile sabah evden çıkmış ve akşam sağsalim dönebilmiş isen bunu ancak ve ancak kontra tekniğini icra ederek yapabilirsin.

şimdi, bir takım âklı evvellerin oturdukları sıralarda genç lise talebeleri misâli depreşip durduklarını, fısır fısır aralarında tefsir ettiğim tedrisat ile dalga geçtiklerini kürsümden rahatlıkla görebiliyorum. söyle o keratalara sessiz olsunlar. zira bilirsin kafamın tası atarsa ağzımı bozarım. ne ise, işbu haylazların söylemek istedikleri şudur; ama hocam biz daha geçen gün motogp 'nin dubai ayağında gördük ki, 46 numaralı forma ile yarışan ve hakiki kahramanmaraşlı olan doktor lakaplı valentino rossi üstâdımızın viraj dönmek üzere motorsikletini yana yatırmaktan başka birşey yapmadığınw bizzat şahidiz. işte bu itiraz bir göz yanılmasından ibarettir. bunu ekşi sözlük 'teki münzaradan tetkik etmen icap eder. ancak netice doğrudur. motorsiklet süvarisi virajda, aha bak bunu da ustamdan kaptım, açısal momentum nedeni ile düşmemek veyahut merkezkaç kuvveti ile savrulmamak içün motorsikletini virajın içine doğru yatırmak mecburiyetindedir. aksi takdirde bir pazar günü piyer loti 'deki masamda sevgilime yazdığım ve rüzgarda uçarak kaybolan mektup misâli vâsıtasının üzerinden uçup gider, ve dahi savrula savrula parçalanır yokolur.

netice; bu hadiseyi neden anlattım? bunun yegâne izahı bizim yine her zaman üzerinde tartıştığımız türk 'ün istikbâli meselesine dokunmasıdır. zannımca türk milleti olarak, başımıza gelen binbir musibeti, belayı atlatmak için tabii olarak her virajda kontra veriyoruz. işte bu mağrifet ile sağ kalıyoruz. bunu yapmak için ne yapıyoruz? akl-ı selim 'in işaret ettiğinin tam tersini yapıyoruz, bunu bilmeden yaptığımız hâlde doğru istikâmete gidiyoruz, hakîki menzile varıyoruz.

ya sâbır ya hâk.

wiki makalesi

ekşi sözlük entry 'si

10 kasım



Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.

30 Ekim 2006 1933, Cumhuriyet Bayramı Açılış Konuşmasından

12 Eylül 2008 Cuma

izmir 'in suyu

şu arsenikli su meselesine aradan sıvışmaz isem rahat edemem.

başvekil ankara belediye başkanı i.melih gökçek 'in ankaralının cebinden verdiği, (acaba bu durumda hayırı kime gider? ) 2000 kişilik iftar yemeğinde şöyle buyurmuş;

"Bugün İzmir’de susuzluk… Faturayı bize kesmeye çalışıyor. Faturayı bize kesmeye niye çalışıyorsun. Şu anda elindeki su kaynaklarını değerlendirebiliyor musun? Acaba kayıp kaçağı önleyebiliyor musun? Bir İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak ‘bir tane barajı ben bitirdim’ diyebiliyor musun? DSİ baraj yapacak sana verecek onunla hava atacaksın. Ama buna rağmen biz büyükşehir belediyesi filanca partilidir diye asla bir engelleme yapmadık”

yau ne güzel söylemiş. hani şu cevabı içinde saklı sorular gibi bişe. nereden tutsam elimde kalıyor. adam resmen icat etti dili yeniden, dinlemeye doyamıyorum keratayı. burada başvekil ne demek istemiş; izmir gavurdur, bundan dolayı türkiye 'nin dövlet su işleri oraya yatırım yapamaz. zira izmirliler henüz akepeli olamadıklarından türk dahi olamamışlar, türk dövletinin su işlerinden hizmet alma hakkı kazanamamışlardır. mesele bundan ibarettir.

buradan bir tafsilat edindik sayesinde. demek ki dsi hakikaten belediye başkanı aziz kocaoğlu 'nun kamuoyu önünde beyan ettiği üzere izmir 'in ihtiyacı olan barajı zamanında inşa etmemiş. ne için? chp 'li belediye hava atmasın die. harika akıl. izmir 'in oyunu almak için önce izmirliyi arsenik ile iyice bi zehirleyelim ki akılları karışsın, sonra oyunu almak kolay. bu akılları nereden buldun ah be yavrum! benim aklım bile almıyor.

ulan resmen uykularım kaçıyor yau. ne işlere geldik iyi mi! getirin akepe 'yi vericez hepimiz, yannış anlama kardeşim, oyumuzu, oyumuzu. yoksa zehir ile icabımıza bakmalarına az kaldı. sanırım bundan sonra bi büyü yapmadıkları kaldı.

2 Eylül 2008 Salı

sansür

Bu özet kullanılabilir değil. Yayını görüntülemek için lütfen burayı tıklayın.

8 Haziran 2008 Pazar

Zipsofista, birinci bab,

Kusura bakma kardeşim.
İstirahatını bölmek mecburiyetindeyim.
Zira içimde köpek gibi havlayan şu yazmak idi,
dayaktan hiç korkmuyor ya hû.
Arsız olmuş.

Daha önce de söylemiştim. Yazmasam çıldıracaktım.

Bak kardeşim, demincek düşündük bunu. Hani seninle insan davranışının tüm kalıbını analitik geometri kullanarak hesaplayabileceğimizi konuşmuştuk ya. İşte oradan aklıma takıldı sanırım.

Bu mesele benim için pek mühim. İtina göstermeni rica ederim.
Hürriyet şahsidir. Veyahut bazı hürriyetleri ancak şahsi çaba ile elde etmek mümkündür.
Misal, benim mahpusluğum, usumun tasavvurunda birbiri ardına üst üste kapanan ağır mahpushane kapılarının seslerinden ürkmemden mütevellit idi. Şimdilik o nazari sesin etkisi biraz eksildi diye tahmin ediyorum. Bu yüzden şu soğuk hücremde ayağa kalkma cesareti toplayabildim, boyumdan biraz daha yüksek olan şu küçük demir parmaklıklı pencereye uzanmaya çalıştım.
Baktım, bulutları gördüm.
Kulağıma bir kuş cıvıltısı geldi o an.
Sanki biri avluda bir Drama Türküsü mü mırıldanıyor ne.
Keşke bir sigaram olsaydı da, bir nefes çekebilseydim ciğerime.

İşte hepimiz bu noktadayız.

Gel, unutmamak için yazalım. Yazalım, zira belki geçer…

Ne için?
Hürriyet bittabi.
Mühim olan hürriyet.
Sonrası kolay…

12 Mart 2008 Çarşamba

yoko katate osaea dori


aikido diye bişe uydurmuşlar, sonra uydurduklarına inanmışlar. morihei ueshiba, nam-ı diğer o-sensei ustanın aziz hatırasına haşa saygısızlık etmek istemem. ancak tafsilatlı malumat neticesinde bana hak vereceğinden eminim kardeşim. samimiyetime itimat etmenden bahtiyar olurum. en azından suçun büyüğü ustanın mahdumundadır diyelim. atasının eserini alıp yere çarpmış, parça parça etmiş, yek nazarına değmeden süfli keyfine bakmıştır. hatırlarsan aynısı, celaleddin rumi hazretlerinin de başına gelmiş idi.

işin ehli görünen muhterem silky kata bu konuda ne düşünür pek bilemem. ancak şu japon işi savaş san'atlarına vakfettiğim nacizane on beş senelik mesaim neticesinde, tespit ettiğim kadarı ile karate gibi yalın ve direk saldırı usülleri dışında kalan, tutmak, bükmek, kırmak, velhasılı fırlatmak gibi tekniklerden meydana gelen tüm dairesel usüller ancak ve ancak ortada bir yalın kılıç olduğunda anlam kazanırlar. bu san'atlar elinde kılıç tutan ademler arasında vuku bulduklarında, bizim için izlediğimiz tekniğin işe yarar olduğu hissi uyanır. aksi takdirde tekniği icra eden ustaları gördüğümüzde "bu nea leyn! beyle adam mı dövülür, numaradan atıyolar kendilerini. kolpa len bunlar" demekten kendimizi alamayız.

biraz önce misal verdiğim üzere aikido'yu ele alalım. gittiğim bazı dojolarda öğrencilerin ueshiba'ya büyük hayranlık duyduğunu, kendisini insanüstü bir varlık olarak kabul ettiklerini, bu karışık teknikleri nasıl icat ettiğine şaştıklarını konuştuklarını duyuyorum. ders veren sensei'ler bile o-sensei'i yere göğe sığdıramıyorlar. oysa rica ederim şu hususa dikkat edin, usta, yıllarını juijutsu denilen ve samurayın bilmem kaç asırdır tatbik ettiği sanatın daito-ryu ekolüne vermiş, sonra da gördüğü rüya neticesinde sadece tatbik esaslarını değiştirmiştir. rüya için bakınız : ibn arabi'in rüyasında peygamberi görmesi. ueshiba'nın bunu yapmaktaki maksadını bilahare izah etmeye çalışacağım. ancak bu durum asla ortaya yeni bir yol çizmediğinin en güzel ispatıdır. bugün aikido çalışan öğrenci, jutsu denilen kadim sanattan bihaber olduğundan, tedrisatını aldığı san'atı birden, pattadanak o-sensei'in kafasından veyahut kıçından uydurduğu bişe sanıyor. usta morihei ueshiba yada ustaları ustası kelimenin tam anlamı ile ahir zaman samurayıdır. 1883'te kyoto'da dünyaya gelmiş, cihan harbinde subay üniforması giymiş, elde kılıç japon işgal ordusunda kore'ye çıkarma yapmış, nice canlara kıymış, vicdan azabından mı bilinmez savaş bitip de emekli olunca, moğolistan'a gidip tarikat kurmuş, tutuklanmış, rus zindanlarında yatmış, nice badireler atlatıp ülkesine dönmüştür. düşünmüş, taşınmış. mevcut dünyada huzur tesis edilemediğine kanaat getirmiş, bunun yollarını tetkik ve tatbik etmek usülünü çezdirmeye karar vermiştir. bu yolda kadim sanatın yeteri kadar hoşgörü içermediğine hüküm getirmiş, yeni bir izahat getirmek istemiştir. tekniğin can yakmak üstüne kurulu noktalardan oluşan pürüzlerini sıfır numara zımpara ile almış, nazik hale getirmeye kalkmış, bu yolla nezaketten etkilen uke tabir edilen rakibi, boyun eğerek aynı nezakete misli ile mukabele edeceğini, edebini takınarak menfur tutumundan vazgeçeceğini tahayyül etmiştir. nur yüzlü ihtiyar, huzur içinde yatsın, toprağı bol olsun. bu sadece bakış açısını yansıtmak maksadı ile ince ayar yapmaktan öte gitmez. ancak bu tür meşgalelerin hepsinde olduğu üzere, avam senin ulvi mefküreni idrak etmekten acizdir. işaret ettiğin yolun yönünü tespit edemez, kalkar sırrına değil, san'atın kaba yönüne kafa yorar, işte bıraktığın mirasın içine beyle eder. nedir kardeşim bugün aikido'nun geldiği nokta? tekniklerin özünün kaybedildiği, odun gibi hareket edip, kuş gibi kendi kendini yere attığın bir kukla gösterisi.

muhterem uke'm beni eleştiriyor geçen gün, diyor ki, neden direniyorsun yau? gıcık mı vermeye çalışıyorsun? dilersem, o kolunu götüne sokar, tekniği yine de icra ederim canım. istersen fazla zorlama. oysa ben uke'm, tekniği yordamı ile öğrensin diye canımı dişime takıp, onun bütün eklemlerimi inim inim inletmesine müsaade etmişim. hay sokayım dedim. istiyorsun ki, sen üfle, ben kaat gibi uçayım gideyim. püff! otojir sandın beni.

ne ise cancaazım. mesele beyle kimsenin gibip, yek diğerinin kolunu, yakasını, bilmem neresini tutması felan diildir asla. bütün mevzu bu iki düşman arasında, birinin elinde veyahut belinde kılıç olmasından kaynaklanır. misal sen dizüstünde meşhur japon oturuşu seiza'da efendice oturmuşsun, çay yudumluyorsun. tezgahı kurmuş olan hasımların üstüne saldırıyorlar. biri sağ elini bileenden yakalıyor ki, sen jilet kalınlığındaki osaka çeliinden imal kılıcını/bıçaanı çekip de dilim dilim diye kendisini doğrama diye önlem almak yoluna gidecek. o zaman sen hemen Yoko Katate Osaea Dori ile rakibi taklaya getiriyorsun. işte küçük bir misalini verdiğimiz üzere hepimize saçma gelmesinin nedeni kimsenin bize ortada bir kılıç olduğunu söylemek ihtiyacı duymamasıdır. kahrolsun kolpa. ilgilenenler şuradan jujutsunun temel tekniklerinin listesini edinebilir. bu teknikleri de google veya youtube vasıtası ile tetkik etmek cihetine gidebilirler. eğer aikido denen naneye aşikar iseniz, bu tetkik neticesinden ikisini aynı şey olduğunu görmek imkanına sahip olacaksınız. ikisi de dairesellik ve rakibin hareketinin durmasına müsaade etmemek üzerine kuruludur. ancak aikido daha önce söylediğim üzere barış arzular, yekdiğeri ve kadim olanı bunun ancak düşmanın tamamen bertaraf olması ile mümkün olduğunu içgüdüsü ile bilir, icraatını bu yönde yapar, uke'nin tekrar ayaa kalkmasına imkan vermeyecek derecede sakatlar, veyahut öldürür. öldürür mü? öldürür tabe ne sandın? rica ederim bana barış, sevgi gibi şu hint işi çul çaput kavramlarla felan gelme. henüz o kadar batıya göç edemedim.

daito ryu için bakınız. Buradan aiki kelimesinin sırrını çözmek mümkün.

hamiş : usta'nın vefatından sonra evladının hatırasına nasıl saygısızlık ettiğinden dem vururken, sözü haddim olmayarak mevlana hazretleri’ne getirmiş idim. bu konuya vakıf olan büyüklerim benden iyi bilirler. hatam olmuş ise her zamanki ataklığıma yorup beni mazur görmelerini peşinen rica ederim. ( untouchable zen insanı veyahut kendisi kastedilmiştir. tam olarak bilemiyorum. ) ancak gelelim asıl noktaya: bu konuya verilecek misaller geometrik olarak arttırılabilir. sadede gelmem gerekirse, mustafa kemal'in hatırasından üçüncü sınıf despot idare çıkartarak memleketin çivisinin çıkmasına yol açan 80 ihtilalini ortaya atarak, hemi inan6666 ile tanışma vesilemiz olan olan ( tüm hafif meseleler içerisinde en çok sövdüklerinden biri ben idim sanırım. ) yükü sırtımdan atmış olurum, hemi de onun bana o gün verdiği ödevi yaptığıma ikna etmek yolunda bir adım atmış olurum.

27 Şubat 2008 Çarşamba

zipsofism

işte oldu. huzurlarınızda.

zipsofism.org

alacakaranlık samurayı


alacakaranlık seibei gariban japon samurayı, hüzünlü hikaye kahramanı. kahraman dedi isek, sadece başrol oynamasından kaynaklanmıyor kahramanlığı. kızçelerine, kızçeleri kadar aklı olmayan anasına hemi analık, hemi babalık yaptığından kahraman seibei. üstelik de yüreği geniş, gözü pek, bileği kuvvetli. shuuhei fujisawa üstad yazmış, meşhur japon yönetmen yoji yamada yönetmiş, başrolü de son samuray adlı filmden yüzüne aşina olduğumuz hiroyuki sanada namlı babayiğide layık görmüşler. pek de iyi etmişler.

japon milleti tam beş asır birbirini yemiş kardeşim. bizdeki toprak ağasına santim santimine denk olan daimyoların hırsı, öfkesi çekik gözlü milletin çocuklarını birbirine kırdırmış. işte samuray bu dönemin adamıdır. elinde kılıç, savaştan savaşa koşan, ölüm korkusuna kendini kaptırmadan savaş ve kahramanlık meselesini en şiirsel yoldan hemi teorik, hemi pratik ele almış olanlar bu zen denen tasavvufun ehli kahramanlardır. fakat en sonunda iayesu tokugawa, bütün daimyoları önüne katıp dağıtmış, bir daha bela çıkaramayacak hale getirmiş, adada huzuru tesis etme imkanını yakalamıştır. belki bu hikayenin bir kısmını akira kurosawa üstadın kagemusha'sından hatırlayacaksın. o güne kadar ülke üstünde hiç bir hakimiyeti mevzu bahis dahi edilmeyen imparator giyim kuşamı ile dillere destan kyoto şehrinde ikamet edip gününü zevki sefa içinde idare ederken, iayesu tokugawa müzmin imparatoru alıp şimdiki adı tokyo olan edo şehrine mukim etmiş, kendisine bağlılığını sunmuş. velakin bu sadakate kanmayasın diye söylüyorum, iayesu kurnaz adam, sen imparatorsun amma ülkeyi senin adına vekilharç olarak ben idare ederim, azıcık müsade et, hemi de yorulmazsın, yorulup da sıkıntıya düşmezsin diye kendi kendini bu göreve atamış/layık görmüş. üstelik de senin de çok yakından bildiğin shogun titrini almış. işte japon tarihinin bu iki asrı epey huzurlu geçmiştir, velakin az evvel dediğim gibi artık devri samuray nihayete ermiştir. çünkü artık ne tokugawa'dan gayri efendi kalmıştır, ne de savaşacak düşman. üstelik de kılıçlar bile kınında paslanmıştır. zira tüfek icat olup, mertlik bozulmuştur. işte dalga dalga yayılan dalga adamları sabık samuraylar olan roninlerin açlık ile boğuştuğu, tokugawa'ya bağlı olanların ise asker yerine memur haline geldiği dönem bu dönemdir. devrin adı edo dönemidir.

hikaye, japon ülkesinde geçen asrın sonuna doğru edo dönemini bitirip, restorasyon veya aydınlanma dönemini idrak eden meşhur imparator meiji'nin tahta geçtiği günlerde geçer. hatırla, son samuraydaki samurayları kurban eden imparator naha işte budur. olanları bize yıllar sonra yaşlı bir hanım olan küçük kızı ito anlatıcı rolü ile aktarır, kafamızda eksik parça kallmaması konusunda önlem alır. seibei iguchi deyim yerinde ise evkafta memur tipinde fakir ama gururlu olmak özelliği öne çıkan, düşük rütbeli, bizde bürokrata denk gelmesi lazım, aldanmayın diye söylüyorum bir samuraydır.

adamımız seibei, hanımı genç yaşta verem olup yağmur, hava veyahut toprak tanrılarından birinin rahmetine kavuştuğundan aile efradının bakımını üstlenmek vazifesini metazori kabul etmiş, her gördüğünün hatta kendi oğlunun bile soyunu sopunu soran bunak anacığının, kayano ve ito adlı iki tatlı kızçesinin, süt ineceğinin, kamuşun, bahçedeki domateslerin kollanması ile iştigal eder, ipek böceenin dut yaprağını tüketmesi misali hayatını yiyip bitirmeye bakar. müntesibi olduğu tokugawa aşiretinin kalelerinden birindeki tahıl ambarında sayım yapar, saydığını deftere işler, ekmek parasını kazanır. ancak öyle fakirdir ki, hamam parasını denkleyemediğinden yıkanamaz, leş gibi kokar, kimonosu eski, yırtık pırtıktır. mesai arkadaşları onu hep hakir görür. geçimini sağlamak için samurayların yapması hoş karşılanmadığı halde bahçede çalışmak, odun kırmak, çerden çöpten böcek kafesi yapıp satmak zorunda olan seibei, mesaisi ikindinde bittiğinde derhal koşa koşa evin yolunu tutmak zorundadır. zira yıllık geliri olan 50 koku tabi edilen ölçü pirinç, bütçesinin iki yakasının birbirine denk gelmesine müsade etmeyecek derecede azdır. durumu bu yönden beterdir. aynı dairede çalışan diğer samuraylar, her gün iş çıkışı mermer tenli japon kızlarının servis yaptığı sake barlarında bir tek atıp, nefislerini ezmeden evin yolunu tutmadıkları halde, gece hayatından mali imkansızlık sebebiyle uzaktır. vazife arkadaşları, ikindinde mesaisi bitende derhal evin yoluna düştüğünden alacakaranlık lakabını takmışlardır genç yaşında hayatın zevklerinden mahrum kalmış bu samuraya. japonlar ikindin kelimesini bilmiyor olabilirler vayahut da belki tasogare bu anlama gelir, gavur yüzünden alacakaranlık haline gelmiştir. bakınız : eski dilde kulaktan kulaa oyunu.

bu fakir samurayı mali yönden mahveden karısının altı sene süren verem hastalığında harcadığı doktor, hastane, ilaç masrafından mütevellit iken, son darbeyi hanımının vefatı ile gelen cenaze töreni vurur. izahat : karısı vefat ettiğinde japon milletinin imam/cenaze namazı sadeliğinden bi haber olup, ısrarla cahiliye devri adetlerini sürdürerek meftanın ruhunun kurtuluşu maksadı ile görkemli cenaze törenleri tertip etme arzularıdır. müteveffa hanımının anası babası, kızları için pahalı cenaze töreni ister, seibei el mahkum yapar, hayırlı damat olduğunu ispat ederi. yıllık yevmiyesi olan 50 paranın 20'si cenaze töreninden sonra iflas edince aldığı borçlara kesilir, eline geçe geçe 30 para geçer. hatta samuray'ın ruhunu remiz ettiğinden için ikisinin ayrılması cemiyet hayatında feci derecede kınanması icab eden katana namlı uzun kılıcını satar, ancak kimseye söyleyemez, kınının içinde bambu sopası taşır. heyhat kader, her işte bir hayır var, kaderin oyunu katananın elden çıkması seibei'in hayatını kurtaracaktır.

bu rutin çember böyle dönüp durur iken, film seibei'in kankası iinuma michinojo'nun bacısı ve kızanlıktan arkadaşı dünyalar güzeli tomoe'nin, içip içip kafayı bulanda kendisine bir güzel sopa çeken kocası samuray yüzbaşısı koda'dan boşanıp kaleye geri dönmesi ile seyir değiştirir. tomoe, güzel olduğu kadar maharetlidir, iki güne bir gelip seibei'in kızlarına bakar, evin işlerini toparlar, anası ile ilgilenir, eksikliği hissedilen evin hanımının vazifelerini kendiliğinden üstlenir, mezhebince çocukluğundan beri aşık olduğu seibei'in hayatını düzene koyup ona faydası olsun diye uğraş verir. bir akşam geç vakit, seibei tomoe'yi abisinin evine bırakırken eski kocası koda'nun sake etkisinde hayli güzel olan kafası eşliğinde şizofren bünyesi ile beraber evi bastığını, yorgan döşek altında sabık karısını aradığına tanık olur. karısını bulamayan bu gaddar ve ayyaş herif, kendi kadın dövmek suçunu unutur, kalenin komutanına kendisini şikayet edip karısından boşadı diye seibei'in can dostu ve kalender birisi olan iinuma'dan öcünü almak maksadı ile kılıçla yapılan halis japon düellosuna davet eder. çok sevdiği arkadaşının tekme tokat hırpalandığını gören seibei, gururunun daha çok kırılmasına müsade etmeyerek kendisini öne atar, koda ile iinuma yerine kendisinin dövüşeceğini, gecenin bir yarısı devam eden ve ev halkını ziyadesi ile rencide eden bu itiş kakışın durmasını rica eder. işte ancak shakespear namlı ingiliz şairinin kader ile dalga geçtiği hikayelerinde rastlanacak vakıa zinciri burada başlar. koda bu blöf sandığı davranışa çok öfkelenir, ertesi gün sabah ezanından sonra nehir kıyısına randevu verir. azman koda karşısında kahramanımızın çok az şansı olduğunu düşünürüz, seibei düelloda ölünce kızlarına, anasına kim bakacak, evi kim çekip çevirecek diye üzülürüz. üstüne üstlük bir de iinuma, aşiretin ölümüne düelloyu yasakladığını, hatta bu cürümü işleyen faillerin ölüm ile cezalandırıldığı kuralını hatırlatır, bizi iyice bedbaht ruh haline sürükler.

sabah erkenden kalkan seibei, eline aldığı tahta bir sopa ile kaslarını ısıtır, bir iki vuruş felan yaparak hazırlanmaya çalışır. ancak ümitsiz yüz ifadesi takınarak çok yavaş olduğunu mırıldanır. düellonun olacağı yere vardığında seibei'in elince hala tahta sopası vardır. koda kendisine sadece tahta parçası ile meydan okuyan bu yiğide ayar olur, kendisine hakaret ettiğini öne sürer. ancak seibei sakindir, gittiği kılıç okulundan bu tahta kılıç ile idman ettiğini, gerçek bir kılıç ile rakibini öldürmek istemediğinden tahta kılıcını getirdiğini izah eder. velhasıl, azman koda'nun saldırısını bertaraf edince daha çok kanımızın ısındığı seibei, tahta sopa ile bir güzel rakibin marizine kayar, daha da durmaz, merhamet gösterdiği halde arkadan saldıran hainin kafasını patlatır, yere serer, üstünü başını düzeltip yoluna devam eder. yönetmen yoji yamada üstadın daha önce çektiği bin tane japon cüneyt arkın'ı tora-san filmlerinden edindiği tecrübe ortaya çıkar, gözü aşina olana on numara kılıç dövüşü sahnesi sunar. aşırı gerçekçi hayata bakışı olan anonim japonun geleneği, bize seibei'in öleceğini nerede ise garanti etmektedir. ancak japon da bize benzemekten kendini alamaz işte. seibei'in hakkını yedirmez, zalimi yere serer, diğerini yüceltir, netice : seibei'in kılıç ustası olduğu ortaya çıkar. tahta sopa ile kazandığı bu düello, ona şöhret sağlar. kendisini hep hakir gören mesai arkadaşları fısır fısır konuşup ne yaman delikanlı olduğundan bahis açmaya başlarlar.

günler geçer. seibei ile iinuma'yı derede balık avlarken görürüz. oltalarını savuru savuru verirlerken, bir yandan da sohbet ederler. söz döner dolaşır, iinuma'nın bacısı güzeller güzeli tomoe'ye gelir. seibei ile ikisinin birbirine aşık olduğunu bilen iinuma, bacısının seibei ile evlenmesini istediğini dile getirir. ancak mağrur seibei, kendisi 50 kokuluk bir adam iken, tomoe'nin 400 kokuluk bir ailenin kızı olduğundan mütevellit yeşilçam'ın meşhur zengin kız/fakir oğlan hikayesine gönderme yapar, yoksulluk dolu hayatını paylaşırken yanında iki kızı ve bunak anasının bakımı gibi ağır yükleri taşıyacağından buna katlanamayacağını düşündüğünü ifade eder, üzüntü içinde hayatının teklifini red eder. müteveffa karım der seibei, 150 kokuluk bir ailenin kızı idi, o bile bu yoksulluğa katlanamadı, tomoe hiç katlanamaz. bu günden sonra tomoe seibei'in evine gitmeyi durdurur. seibei'in alacakaranlığı karanlığa döner...

günler geçer, devran döner, düzen değişir. meiji iktidara sahip olur. her ülkede iktidar el değiştiğinde ne oluyorsa, burada da ol olur. memurlar yerinden olur. iinuma her despot idarede görülebileceği üzere ülke için faydalı olacağına inandığı siyasi fırkayı desteklediğinden başkente tahkikate çağrılır. ümitsiz günler başlar. seibei arkadaşından haber almak ümidi ile sık sık evine uğrayıp sorar. ancak bir haber ulaşmadığını öğrenir.

umulmayan gün, finali teşkil eden hadise gelir evin kapısını çalar. seibei'in daha önceden tanışmak fırsatını bulduğu, değişen iktidar karşısında görevden azl edildiğinde japonların seppuku dedikleri karnını kesmek sureti ile kendini idam etmek fiilini ifa etmekten imtina edip dört kolluya binmektense hayata dört kol ile tutunmaya karaveren kıdemli samuray zen'emon yogo, bu suçu işlediği yetmez gibi bir de evine saklanarak geleni gideni kılıcı ile doğramıştır. kabilede zen'emon'un evine gidip onun hakkından gelecek yiğit mevcud olmadığından, seibei kaleye çağırılarak bu vazife tevcih ve tebliğ edilir. zira kendisi koda hadisesinden dolayı artık namlıdır. oysa seibei isteksizdir, dahası cemiyetin kurallarına karşı çıkarak bunu ortaya koyar. kendince sebepleri vardır; ancak bunlardan hiç biri korku değildir. gelin sebepleri kendi aazından dinleyelim;

"uzun yıllarımı iki küçük kızım, hasta karım ve yaşlı anam ile geçirdiğimi dile getirmekten mahcubum. bir kılıcı savurmak için gereken tutkuyu kaybettim. ciddi bir dövüş ve bir insanın canını almak, hayvani bir yırtıcılık ve başkasının hayatını kaybetmesine kayıtsız kalmayı gerektirir. ben artık bunların ikisine bünyem dahilinde sahip değilim. belki bana bir kaç zaman tanısaydınız, dağlarda tek başıma çalışarak kendimi buna hazırlayabilirdim. ancak şu an, korkarım ki tamamen imkansız..."

beklenildiği üzere seibei'in fikri, kararı önemsizdir. karar verilmiştir. bizim kalbimize işleyen bu içli sözler seibei'in kaderine etki edemez.

seibei, sabah kalkar. vazifenin resmi şartı ile kıyafeti ve saçının şeklinin japonun bin yılda teşekkül ettiği samuray kodunu içermesi gerektiğinden, gidip tomoe'nin yardımını rica eder. tomoe gelip seibei'in saçını adet olduğu üzere samuray topuzu yapar. bu arada çayını demler, önüne sürer. devletten vazife almış olmanın vakarı ile seibei, bıçağın kelimenin tam anlamı ile kemiğe dayandığı bu ümitsiz olduğundan sarsak ruhumda fırtına estiren anda dile gelir, tomoe'ye sağsalim döndüğünde kendisi ile evlenmek istediğini söylemek cesareti bulur. tomoe yüzünü eğer, seibei'in yüzüne bakamaz. iki gün önce başka bir teklifi kabul ettiğini söyler. yüreğimiz bir kere daha parçalara ayrılır.

+ tahmin ettiğim üzere seni gönderdiler.
- zen'emon yogo, kabilenin emri ile hayatını almak için geldim. kılıcını çek, lütfen.
+ gel bir içki içelim önce. zor durumda olduğunu biliyorum ancak ben kaçacağım.
- kaçmaktan kastın nedir? + lütfen kaçmama müsade et.
- senin gibi büyük bir kılıç ustasından bu teklifi duyacağıma inanmazdım. görevim seni öldürmek. kaçmana göz yumamam.
+ bu kadar acele etme. beni istediğin zaman öldürebilirsin. seninle biraz sohbet etmek isterim. gel otur. bu güzel bir gün.


anlaşıldığı üzere zen'emon ölmek istememektedir. kendi hayatları üzerine dönen bu kolpayı farketmiş, verilen her bi hakkın yerine getirdiği halde, sırf iktidar el değiştirdi diye hayatından olmak ona anlamsız gelmektedir. üstelik nice badireler atlatmış, hemi karısını hemi kızını bu yolda kaybetmiştir. artık verecek canı kalmamıştır. sözlerim burada bitiyor canım kardeşim. yada oğuz atay'ın dili ile canım insanlar. bu heyecanlı noktada verilen mim, senin bu eserin izlemekten alacağın zevkin berhava olmasına mani olmak kaygısı güder. belki de haddinden fazlasını yazdım bile. ne ise, film güzel. mutlaka izle. son olarak;

+ baba, bir gün örgü örmeyi öğrenirsem kimono dikip para kazanabilirim. ama kitap okumak ne işime yarayabilir ki?
- evet belki kitap okumak sana örgü örmek kadar faydalı olmayabilir. ancak okumak zihin kuvvetini pekiştirir. dünya değişebilir. eğer zihnin kuvvetli ise hayatta kalabilirsin. bu hem erkekler, hem de kızlar için geçerlidir.

8 Şubat 2008 Cuma

vazife

askere gittim. pek çok akranımın aksine bu oyundan zevk aldım. tabi mevzubahis zevkin oyun anında pek tadına varılamasa da, cimayı misal alırsan zevkin hangi anda tam tazyik edeceğini derhal fark edebilirsin; terhis namlı kaat parçası elinde nizamiyeden dışarı çıkıyorsun. işte o an eyle zevke geliyorsun ki adamın beli gelmiş gibi oluyor, uçuyorsun sanırsın. uçmak için bakınız: eski lisanda cennet manasına gelir. velhasıl benim için askerliğin en güzel tarafı bitmiş olmasıdır. ancak tersini idrak etmeye kalkarsan bitmemiş askerlik hayatının eksik kısmıdır. insan para verse beyle asude hali yaşayamaz. evladına eziyet etmek yolu ile onu terbiye etmek gayesi güden katı/bilaşefkat ruh hali ile herşeyi iyilik/fenalık ekseninde tüccar mantığıyla hesap etmeye kalkan protestan amerikalı wasp'ın icadı olan bok püsür boot camp hadisesi ile asla benzerlik kurulamaz. biri mukaddesdir, diğeri halis kolpa.

askerlik vazifeni yerine getir. aksi halde kendini natamam hissedeceğin muhakkaktır. misal şu vicdani retçilere ayar oluyorum. teori güzel, pratikte sıçıyorlar. dinarlı memet, tokatlı muhammet paşa paşa gitsin, giderken anası eline kına yaksın, hiç bişeden şikayet etmeden onbeş ay it gibi sürünsün, gitmese kız/iş bulamasın, toplumun dandik münevveri gündemi taşaklarından tutup şiddete karşıyım felan diyerek askerden yırtmaya kalksın. beyle fikir serbestisi olmaz olsun. adalet ise cemiyetin tamamı için adalet olsun. yoksa kent çocuu rahatça tüm şımarık edasını sümkürmesin ortalığa. işte ben buna karşıyım kardeşim. sen olmayabilirsin, benim için mahsuru yok. buna ek olarak insan denen hayvana musallat olan torpil belasının da önüne geçilsin. muhterem bilgisayar kurası çezdirsin kimin hangi memlekete asker olarak gideceğine. bence 46.6'nın sırlarından biri budur. zira bu bizi beynelmilel münazara konusu olan insan hayatının değerinin kıyasına götürür. hiç bir ananın kuzusu yek diğerinden daha kıymetli veyahut kıymetsiz değildir. bu yüzden zengin/fakir herkesin evladı o kamuflajı/postalı giyecek ise hepsi aynı kumaştan üretilenini giysin. bu tartışılamaz.

askerde rahat etmenin yek sırrı vardır. aha buradan açık ediyorum; askerlik teslim olmak ile başlar. nizamiye'ye gidip teslim olursun. kendinin sadece sana verilen sicil numarası ve rütbeye sahip olan silahlı kuvvetler mensubu olduğunu kabul edip, üniformayı giymeden önce karakterini, tecrübeni ıvır zıvır şu bunu sivil kıyafetin gibi çıkarmayı başarırsan hiç bir derdin olmaz. mevcut durumunu kabullenip rahata kavuşursun. kimse seni bu noktadan sonra üzemez/yoramaz. eğer entel dantel bünyeni rahatlatacak ise bir nevi samurayın tefekkür ile kabullenişinin mikro ölçeği olduğunu farz et. milletinin süfli huylarını tefrik ettiğin takdirde arada bir fark olmadığını göreceksin. misal askerdeyken bizi kıvırcık ali denen ibnenin konseri için malatya'daki kapalı spor salonuna götürmüşlerdi. hemi de athena konseri diye kandırmışlardı kardeşim. sarsak tertiplerim de içerde bulamadıkları, demek ki hasretini çekiyorlarmış, sakız denen nanenin kantinde satıldığını görünce hücum etmişler, hepsi tepecik keranesinin orospuları gibi cakkıdı cakkıdı çiğnemek mesasine başlamışlardı. asker olmanın verdiği beleşe konma hevesi ile ben de ikramdan faydalanmış, çok sesli koronun nağmelerine uymak maksadı ile geviş getiren inek misali çene kaslarımın pasını alıyordum ki, iki sıra önümde oturan çakmak kışlası'ndan bir subay dönüp çavuş dedi, burada çavuş ben oluyorum. ne sandın gülüm düz er mi olacaktım yane? sen bu pırpıları kedi bıyıı mı sandın yoksa? nerede kalmıştım, çavuş dedi, yut o sakızı! işte askerlik mesleğinin sırrına vakıf olduğum an bu andır aziz kardeşim. subay'ın bana dönüp bu sözü sarfetmesi ışık hızı ile falan ölçülebilecek sürede olmasına rağmen aşağıdaki sıra ile tetkik etmek konusunda tüm sürat rekorlarını kırdım:
1. omuzda üç yıldız : yüzbaşı
2. emir : ulaştırmanın çavuşu (beni kastetti yau) yut o sakızı!
3. emiri uygula : yut, yuttum.
4. cevap ver, tasdik et : emredersiniz kumandanım!
5. analiz et : ulaştırmanın çavuşu, işte bu sensin olm kuzu. bugüne kadar yaşadığın yirmi bilmem kaç sene, okuduğun cilt cilt kitaplar, memesini sıktığın bilmem kaç kız, boşaltığın şarap şişeleri, söndürdüğün cigaralar, tırmandığın dağlar, aşk üzerine söylediğin kamyon dolusu söz. bunların şu üniformayı giydiğin sürece hiç bir kıymeti harbiyesi yok. allahtan bu durum bir süre ile sınırlı. sen şu an sadece ve sadece ulaştırma çavuşusun. gerisini boşver. oh bea. şimdi rahatladım. şimdi gel 185 gel.

bir diğer mesele ilki halledilemeden izah edilemeyeceği için şimdi müsadenle onu da yazıyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir mensubu, dolayısı ile yenilmez ve her türlü melanetin üstesinden gelebilecek türk askeri olduğunu idrak etmiştin. Şimdi gelelim bir emrin icra edilmesine. buradan söylüyorum ki türk askeri her türlü emri yerine getirebilir. bu icra makamı adem, şahsiyet, şart, şurt dinlemez. bunu şu veciz söz ile kışlalara nakşetmişler, doğrudur : zoru başarırız, imkansız biraz zaman alır. sana verilen emrin saçma, imkansız, faydasız olduğunu tetkik etmek sana kalmaz. bu emri veren mutlaka bu konuya senden daha vakıftır. senin yapma gereken tek icra etmektir. düşünme yap. işte askerlik bu iki kelimeden ibarettir. nasihatimi ciddiye al, daha fazlasını düşünerek kendini boş yere üzme.

bu iki nacizane nasihatimi dikkate aldığın takdirde rahat edeceğinden eminim. ben sıkıntılarımın, ufunetimin bu yolla hal çaresine bakmış idim. orada bir sistem var. tıkır tıkır işliyor gözüküyor. zarar verecek habis amel de henüze icat edilmedi sanırım. askerlik vazifesi sürelidir, bu yüzden muhakkak bitecektir. tez zamanda gidip dönmeni dilerim. hemi dememişler mi asker ocağı peygamber ocağı diye... ayrıca biliyorsun, daha önce de bahsetmiştim; madem ki türk olmak bir durumdur, her türk asker doğar kesin bir kaziyedir. tadını çıkarmaya bak. aklıma gelmişken aktarayım. bizi de böyle bağırtırarak yürütüyorlar felan, postallar ayaamı yara yaptığından ben de yan çizmek istiyorum, madem türkler asker doğuyor, ben boşnağım, salın beni gideyim, biz asker doğmuyoruz kolpasına yatıyorum. maksat tertipleri güldüreyim istiyorum. akabinde bölük komutanı açıklama yapıyor. şimdi sakın götünüzle düşünmeyin her türk asker doğar deyince, ben türk değilim diye ortaya çıkanlar olacaktır, misal ben boşnağım, ama boşnak diye bişi yok, hepimiz türküz, her türk de asker doğar...

Wir Alle Sind Auf Dem Selben Boat

hey, wir sind nicht ali oder ahmet,
betrachtet das schachbrett.
wer uns mißachtet ist jetzt im zugzwang,
ihr machtet uns mit eurem betrug lang genug krank.
betonkopfe verschwinden vom winde verweht wie flugsand.


gözünü dört aç ve kulak ver bana.
98 cartel yine gelir sana.
maffayla kaynaştık ne öyle yanyana.
bıktım usandım kibrit gibi yanmaya.
ceviz boş kaldı, sele gitti nefretin.
haksızlıkla, yolsuzlukla doldu taştı defterin.
devletin sağ kolu musun ulan zühtü?
insanlara karşı hakaretlerin sadece püftü.
dar kafalılığın sonucu elbette meskenet.
dünyanın her yeri sana bana memleket.
5 milyar yolcu beraber aynı gemide.
kara toprak bekliyor seni de, beni de.


Almanya’ya hiç gitmedim. Birkaç Avrupa ülkesine gittim, dönünce toprağı öptüm. O yaşta iken, oradaki sessizlikten sonra, bu derece özlüyordum buradakilerin safsata dolu muhabbetini. Bülbülü altın kafese koymuşlar hesabı. Misal; Pazar günümü St. Peter’de Papa’yı dinlemektense, Bağdat Caddesi’nde piyasa yaparak geçirmeyi tercih etmiş, apar topar dönmüştüm. Cadde’deki kızlar Vatikan’daki hemşirelerden bir hayli güzeldi. Bizim de Avrupalılardan daha hayat dolu olduğumuza karar vermiş idim. henüz aksini düşünmeme sebep bulamadım. Sırrı burada olsa gerek. Yoksa hakikaten daha genç miyiz ne? Söylediğim gibi şimdilik kıt kanaatim buna işaret ediyor. Bu gençlik bahsini mühim buluyorum. Üzerinde durmakta fayda var. Başımıza ne geliyorsa delikanlılıktan, kaynayan kandan gelmiyor mu zaten? Her yönden genciz, bundan mütevellit acemiyiz. Seni, beni yok; hepimiz eyleyiz işte. Misal; nerede 1789 nerede 1923. Nerede Selanik, nerede Serez. Buradan yola çıkarak ihtiyacımız olan biraz zaman/tecrübe sanırım. Derin derin nefes al, ona kadar say. Ne diyordum; Almanya’ya hiç gitmedim. Mabed-i intizamın temelleri üzerine bina edilmiş olduğunu tahayyül ediyorum. Ne harika. Bendeniz gündelik yaşantımda askeri intizamın müptelası olduğumdan bu sarı kafaların disiplinine uymaktan fevkalade zevk alacağımı tahmin ediyorum. Ne ise, Almancı arkadaşlarım oldu, sıkıntı yaşadıklarına bizzat şahidim. Zor durum. Hemi orada hemi burada hayatını idame ettirebilmen için fazladan çaba göstermen gerek. Gelip geri dönen, kesin dönüş yapan, iki tarafta da uyum sorunu yaşayan iki arada bir derede kasti olarak sıkıştırılmış insanlar. Vatanlarında Almancı, orada Turken Raus. Küpeli dazlak kafa, deri montlu Neonazi SA tugayı durumları. Bir arkadaşım, okullarda herkes uyuşturucu kullanıyor, hemen geri dönmem lazım diye anlatmıştı. Dazlaklarla savaşan çeteye girmiş, kafa göz falan patlatıyormuş ama felaket mutsuzmuş. Hep dönmek istiyormuş. Tam gelmeye çalıştığı sırada babasını kesti, şimdi içerde. Cezasını yattıktan sonra kesin dönüş yapacakmış. Belki de hiç çıkamaz Deutschland Gemacht Tutuk ve Tevkif evinden. Velakin mevzu bahis arkadaşım ve kader arkadaşları doğu ile batının kadim çatışmasının arasında kaldılar. Biri dümdüz akılın, diğeri türlü süfli duygunun esiri/eseri. Almancı arkadaşlarımdan hiç biri ile anlaşırken sıkıntı yaşamadım. Zira insanlarla kolay münasebet kurma kabiliyetine haizim. Canım isterse, aklım keserse. Ne yani hemi akıllıyım, hemi duygusalım martavalı mı atıyorum ne? Ne ise fark etmez. En çok Afyon Emirdağ’lı var diye işitmiştim Almanya’da. Bu durum Emirdağlının o zamanki fakirliğine delalettir. Yoksa kim evini, barkını, anasını, avradını bırakır gider gavur ellerine? Hiç. Hele uzun bacaklı, koca memeli sarışın Alman hatunların peşinden; asla beni buna inandıramazsınız. Türk erkeği ehli namustur. Alman endüstrikapitali kendi ülkesindeki işsizler ordusunu tüketince bozkırdan Türk ithal etme cihetine gitmiş. Yoksa şimediferin kazanında yakacak odun kalmadığında yolda kalır kompartımandaki sanayici herrler ve fraular, İsviçre'de göl kıyısındaki otelde yapacakları kış tatiline gidemezler, domuz yiyip bira içemezler. Ne demiştim, bir tek bizim memleketimizden gitmediler nach Deutschland. Rumeni, Bulgarı, Sırpı, Greki, Polonyalısı, Ahmeti, Muhammedi, Yorgosu, İvanı envai çeşit insan, çil çil Mark’ın peşinden seyirtti, kimi yitip gitti, kimi zengin döndü. Bunlardan biri Peter Maffay. Gerçi onun özü Alman. Romanya’daki Seidenburgen’e koloni kurmaya giden Sakson ceddinin izinden sekiz asır sonra anayurda dönmüş. İyi de yapmış. 1998’de Cartel ile birlikte çıkardığı single tabir edilen albümden dinlediğim şarkıdan kalmış aklımın kırıntısında; hepimiz aynı gemideyiz, batarsak beraberiz deyü. Aynı gemideyiz ulan tabe. Daha önce düşünmemiş miydin? İyi düşün. Daha önce de binmiştin benlen aynı gemiye. Hani sonra çok yağmur yağdıydı da sel götürmüştü dört yanı. Günlerce toprak yüzü görmeden sürüklenmiştik, nihayetinde dağın doruğuna oturduydu gemimiz. İşte bu yüzden sadece metanet sana bana memleket.


sevgi tarlasına etnik tohumlar ektik.
sonuçta estetik fotoğraflar çektik.
cartel maffay işte kültürlerin birleşimi.
dik kafalar öğrenemez kafa yoran bilir işi.
bilir kişi acemi acaba kim yener?
örümcek beyinliler karanlıkta gezer.
aydının elinde her sefer fener.
şener şen gibi sen olup birazcıkta gülelim;
3 günlük dünyada neden üzüp üzülelim?
su gibi süzülelim çuval gibi büzülelim.
dargın suratlar nefretin kaç paralık?
gerçeklere gözünü yumanların sonu karanlık.
susarak kime yarandık bu parça size.
karanlığa biraz ışık tuttuysak ne mutlu bize.
gök ne sınır tanır ne vize.
onu bunu bırakında gelin artık kendinize.


Smirna ve Tesalonika iki hemşire. Smirna yaşça büyük olanı, Tesalonika boyca uzun. İkisi de birbirinden güzeldi eskiden. Şimdi Smirna kocasından yediği dayaktan, sert sikişten biraz pörsüdü. Eski güzelliği pek kalmadı, ama yine de cilveli haspa. Şu Türkler hakikaten barbar mı oluyor ne? Vahşi herif. Güzelim aftosunu eskitti, püsküttü. Yoksa yaşlandırdı mı demem lazım, bilemiyorum. Eskiden bu hemşireler birbirine hediye verip almış kaç asır. Misal Smirna bacısına Sebatay Sevi’nin inancını hediye etmiş, pek mühimdir, bunun da üzerinde durmak, düşünmek gerekir. Bülbüllü, kafesli nefis hikayedir. Komplo teorisi/münasebet yumağı seven zihinlerin kıt dimağını karıştırır, feci hale sokar, bundan sonra ne yapsan kar etmez. Diğeri ona Rumeli muhacirlerini, bir de kasap havasını. Bu hacdan önce yalınayak başıkabak Türk az imiş İzmir’de, buna karşı Selanik’te de Rum. Enteresan ikisinde de Yahudi çok imiş. Nerden gelmiş bu kadar Yahudi yau? Dönelim İzmir’e. Misal ayakyolu der İzmirliler, Selanik’ten yadigardır. Asfalyamı attırma ise oraya giden Rum’dan. Nasıl şimdi Mardinli Kürtler Kadifekale’den aşağı bakıp heves ediyorsa, o zaman da Türk bu tepedeki mahallelerde otururmuş. Aşağıda Levantenin, İngilizin, Rumun, Ermeninin oturduğu bugün Fuar’a denk gelen zengin semtlerine haset edip Gavur İzmir deyivermişler. Zaten bu hasedin neticesi meşhur İzmir Yangını’na yol açtı iftirası ile yüzleşmek zorundayız. Binaenaleyh işte Başvekilin ağzına sakız ettiği Gavurluğumuz bundan ibaret. O bizi dinden imandan çıkmış sanıyor. Keyfi bilir. Bunu muhasebesini nasıl ise yapan var. Kendisi ile cehennemde bol mesai harcayacağımıza eminim zebanilerin elinde. Bir nevi azap kardeşliği. İzmir namlı orospunun hor kullanılıp Laz müteahhite peşkeş çekilmesine karşılık, daha önce bahis açmış mıydım bilmiyorum, İzmir’de muhacirden sonra en çok Hemşinli Pastacılar ikamet ediyor, atamın yurdu Selanik gönüllerde bir intizar, el değmemiş bakire, gül dudaklı, gonca yanaklı bir dilber, afeti devran, derdime derman. İşte bugün bak, Kordon ile Yalı birbirinin aynısı silüeti yansıtır denize. Biz geldik, onlar gitti. Önceden aynı gemide değil miydik sanki!


sinirli ufuklara gözü gören körlere.
yaşamayı unutup ölen amatörlere.
tek yön çemberinde dolaşıp dönen şoförlere.
paydos ulan, uyan 2000e 5 kala.
yola çıktık yöreselden ulusala,
ulusaldan evrensele, atlıyoruz daldan dala.
ağaç gibi tür tür yaşamak tek ve hür.
orman gibi kardeşçesine bir ömür.
komür başına mı vurdu?
senindi, benimdi derken unuttuk cihanı yurdu,
barışı, sulhu imdat ulan orman yanıyor.
kızılırmaktan kızıl gönlüm kanıyor.
kim geliyor kim kalıyor?
hangi at gözlüklü eşek kalacağını sanıyor?
bizi bizden iyi tanıyor gök ve deniz.
bir de kara toprak naber lan keriz, naber lan keriz?


Kaçkar'a gitmiştim bilmem kaç sene önce. Giden bilir Yukarı Kavron en yüksekteki yaylasıdır Kaçkar'ın. Yılda on gün kadar güneş alıyor. Tadına doyulmaz manzarası falan var. Biz Ayder'e varmıştık ki, boğa güreşi olduğunu öğrendik. yukarı doğru devam etmeden oturalım güreşleri izleyelim, hemi de yaylaya çıkan olur, bizi de bırakır diye kurulduk yamaca. Bilmem kaç farklı lisan duyma imkanı oluyor insanın bu dağları gibi insanı da bir hayli karışık coğrafyada. Lazca, Gürcüce, Hemşince, hepsi birbirine karışıp gidiyor. İşte memleket beyle karışık. Netice; onu da sen bulacaksın kardeşim.