30 Ağustos 2007 Perşembe

Dostlar Arasında Dostoyevski’nin Lafı Olmaz.


İnsanın böyle dostları olunca düşmana ihtiyacı kalmaz. Bedenine zararlı her türlü faaliyeti yapar, aşırı düşünür, kafayı zorlar, uykusuz kalır, terler, tetebber. Yazar Ursula K. Le Guin’in yazdığı Mülksüzler romanı, Üstad Dostoyevski’nin Ecinniler romanına cevaben yazılmıştır diyebiliriz. Üstad romanı, ünlü Rus anarşist, Neçayev’in hayatı ile ilgili yazmış. Ecinniler adını koyması sizi şaşırtmasın, Üstad koyu hristiyan olduğundan mütevellit Neçayev’i şeytani kabul görmüş. Yani cin tutmuş, ruhuna şeytan girmiş diye adlandırmış. Aynı zamanda da mülk sahibi anlamına geliyor possessed kelimesi. Ursula hanım efendi de, bir ince gönderme yaparak The Dispossessed koyuyor romanını adını. Bildiğiniz üzere Dis takısı İngilizcede olumsuzluk ihtiva eden bir ek. Bu durumda mülksüzler anlamına da geliyor. İşte bu mülksüzler/sahipsizler kelimesi marifeti ile romanda tasvir ettiği anarşist toplumun en önemli özelliğini vurgulamaya çalışıyor.

Anarres Gezegenin’in sakinleri, ne bir şeye sahipler, ne de sahipleri var; emir almıyorlar ve vermiyorlar. İki anlamda da özgürler: hem Marx’ın Proleterya’yı tanımlarken kullandığı anlamda üretim araçlarından özgürler, hem devletten, patrondan yöneticiden özgürler.

Romanda mülksüzlerin yaşadığı gezegenin adı Anarres. Anarşiyi çağrıştırdığı açık. Yunanca arche baş ve olumsuzluk öntakısı ana’dan oluşan anarche kavramı, kavram/kelimesi başsızlık anlamına geliyor. Peki bu durumda Acephale ne anlama geliyor?


Bu yazının amacı inan6666’yı tahrik edip konu ile ilgili yazması için kaleme alındığı halde, untouchable zen’e de bir soru sormak amacını taşır. İdrak edemeyen, bi-idrak olduğunu fark edemiyorsa nasıl susmasını öğrenecek?

Mülksüzler, Metis Yayınları, ISBN 975-7650-26-9

Yazı yazılırken, Bülent Somay’ın yazdığı önsözden aşırı derecede yararlanılmış, hatta bir parça apartılmıştır. Kendisinin ellerinden öperim.

Biz Denedik Tam Anlayamadık. Kordon'da Bira içmeye Gidiyoruz.


Hafif’ten tanıdığım arkadaşlarımdan biri, biranın çocuklara zararlı olduğunu anlatan bir yazı yazınca, Kopanisti insanı ve ben, Hafif’in iki sokak çocuğu olarak, ahkamlarda uzun uzun biranın faydalarından bahsetmiştik. Ancak ikimizde, fikrimizden emin olamayıp, gidip denemeye karar verdik. Gittik ve denedik. Biranın böbreklere iyi geldiğinin inanılmaz bir bilinmeyen olduğunu gördük. Ancak geçen gün yine sevdiğimiz bir arkadaş, biranın faydalarından tekrar bahsedince, bu yeni öğrendiğim faydalarını da, gidip yerinde tespit etmek ihtiyacı duydum.


Şimdi efenim, Kordon’da, Sirena diye on numara forma giyip santrafor oynayabilecek bir mekan yapmış babalar.
Üstelik de bikini manzaralı. Ben, 3 Eylül pazartesi günü gidip, biranın faydalarını test etmeyi düşünüyorum Sirena’da. Sanki siz geldiniz de, almadılar. Kamuya açık bir mekan kardeşim. İsteyen gelir, isteyen gelmez.

Yalnız, şu internet cafee’ye acaip gıcığım, gidip de orda kafasını gözünü patlatayım diyenler varsa, öncelikle karate ve judoda siyah kuşak sahibi olduğumu ve en iyi savunma saldırıdır kaidesini düstur edindiğimi bildirir, abicim ben şiddete karşıyım, gelin sizi bir öpeyim kanalını açar dinlemeye başlarım.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Humanus Est Terrenus, Ego Sum Immortalis


Hoc Est Enim Corpus Meum. Hıc Est Enim Calix Sanguinis Mei. Novi Et Aeterni Testamenti. Mysterium Fidei. Oui Pro Vobis Et Pro Mulin Effundetur In Remissionem.
Luka 22:20


Usta geçen gün, Hafif’te çok sevdiğim bir yazarın beni çok etkileyen bir yazısını okudum. Üstad’ın anlattıklarından aklımda kalan kadarı ile, insan hayatının faniliği, gelip geçiçi olduğu, göçüp giden Adem evlatlarından kiminin bu alçakgönüllü yazar gibi bir eser, kiminin ise bir dikilitaş bıraktığını nasibimce öğrendim. Biliyor musun ilk defa bir Yahudi, Sebt gününü ihlal edince mezarının üstüne taşlar yığılmış. Mezartaşı mevzusu böylelikle açılmış. Aman güzel kardeşim, her okuduğunu olduğu gibi mi bellersin hep? Nietzsche dememiş mi “Kendini bilgiye adayan için düşmanını sevmek yetmez, dostuna da kin duyabilmeli insan.” Diye. Bak şimdi ben sana bu metaforu tersine çevireyim senin için. İnsan oğlunun ilk ferdinden itibaren hepsinin mezarı ister taş, ister tahta ile işaretlidir. Ne oldu tahtayı beğenmedin mi? Oysa ki Yeruşalim’deki Golgotha Tepesinde gömülü Adem Babamızın mezarı üstüne, Tanrı öz oğlunu hepimizin kurtuluşu için feda etmemiş miydi? Usta biraz kafam karıştı. Şimdi İsa Aleyhisselam’ın çarmıhı mezar taşı mıydı? Aziz kardeşim anladım, hepsini baştan almam lazım geldi. Pekala dinle o zaman.

Sigmund Freud “Dinsel öğretilerin içerdiği gerçekler öylesine bozulmuş ve sistematik olarak tanınmaz hale getirilmiş ki, insanlık onları gerçek olarak görmüyor.” diyor. Tanrı’ya ilk bir canlıyı kurban eden, öz kardeşini kıtır kıtır doğrayan Kabil’dir. Adem Babamızın küçük oğlu ve öz kardeşi Habil’in, Tanrıya adak adadığı buğdayı kıskandığı için canına kıymış, bir de kurban olarak sunmuştur. Kitab’a göre Kabil, ilk cinayet, ilk kurban ve kardeşini öldürdükten sonraki duyguları üzere ilk pişman olma şerefine erişmiştir.

Buradaki buğday ile kurban ilişkisine özellikle dikkat et kardeşim. Kim ki buğday yetiştirmiştir, temiz kalpliliğinden başına muhakkak iş gelmiştir. Dikkat et, ne zaman ki Osiris, Mısırlı’lara buğday ekmeyi öğretmeye kalkmış, işte o saat başı belaya girmiştir. Yeryüzü tanrısı Seb’in oğlu Osiris, o zamana dek fakir olan Mısır’a, karısı ve kız kardeşi olan İsis’in keşfettiği buğdayı ekmeyi öğretmiş, onu yabanıllıktan kurtarmış, yasalar koymuş, tanrılara tapmayı öğretmişti. Osiris’i çekemeyen kardeşi Set, yetmiş iki adamı ile birlikte Osiris’i bir güzel sandığa kapatır, Nil Nehri’ne atar. Deniz yolu ile Byblos’a ulaşan Osiris’in canlı canlı gömüldüğü tabutunu, bin bir zahmet bulup, Mısır’a getiren İsis, oğlu Horus’un hasretine dayanamayıp, ziyaret maksatlı yola çıkarken sandığı ağır bulup geride bırakınca, domuz avlamaya çıkan, domuzlar alasıca Set, Osiris’i tekrar eline geçirir. Bu sefer işini sağlama alıp, Kabil misali biraderini kıtır kıtır ondört parçaya keser, bununla dahi yetinmez, parçaları kafasına göre Mısır’ın değişik yerlerine dağıtır. Ne yapsın gözü yaşlı İsis, atlar papirus sandalına, deltada gezer, sevgilisinin bedeninin parçalarını bulduğu yere gömer, bununla da yetinmez, her birinin üstüne bir tapınak diker.


Anladım Ustacım, Osiris’in bedeni, açıkça buğdayın tohumunun toprağa serpilmesini ve ekini anlatıyor. Peki orası tamam. Kendini halkı için kurban eden tanrı-kral meselesini daha önce uzun uzun anlatmıştın. Zaten ikimiz de, Joseph Campbell’ın külliyatını ağzımız açık okumamış mıydık? Peki sen şimdi bu ölü bedeninin üstünde göğe uzanan Osiris Tapınaklarını tanrıya ulaşmaya çalışsan Babilli’lerin diktiği kuleye de benzetirsin tahminimce. Sonra da kalkıp bu fallik simgesi Anima Mundi’dir bile dersin. Hatta mevzu bahis kuleyi, Druidlerin meşe ağacı, Süleyman’ın Mabedi, Buda’nın Bodhi Ağacı bile yaparsın. Bu işin sonu yok. Anladığım kadarı ile, Kahramanın sonsuz yolculuğunu çeviren tanrı-kral, halkının bekaasın için kendini feda ediyor. Gönüllü yada gönülsüz. Bu bana, kabilesi aç kalınca, kendini parça pinçik ettirip gömdüren, gömdürdüğü yerden mısır fışkırınca, kabilesinin karnı doyan kızılderili şefinin efsanesini hatırlattı. Tahmin ediyorum alegori aynı konuyu anlatıyor. Ayrıca bir de sünnet olurken ağaca bağlanan Avustraya yerlileri de aynı sembolizmin parçasıdır sanırım. Pekala buraya kadar anladım.

O zaman senin kentine biraz daha yaklaşalım kardeşim. Senin yaşadığın topraklarda doğdu Dionysos. Cadmus ile Harmonia’nın kız Semeli’yi kandırıp koynuna girdi Zeus. Bahar kadar güzel ve kıvraktı Semeli. Görür görmez aşık oldu ona Tanrılar Tanrısı. Kocasının koynuna girdiği Semeli’nin hamile kaldığını duyup, kıskançlıktan çıldıran karısı Hera, çareyi bu genç kızı kandırmakta buldu. Yaşlı bir kadın kılığına girdi ve budaklı bir değneğe dayanıp yollara düştü. Semeli’ye madem ki onu çok seviyor Zeus, o zaman karısına göründüğü gibi olanca görkemi ile görünsün diye ısrar etmesini telkin etti. Zeus sevdiği kadının ısrarına dayanamayarak, tüm parlaklığı ve haşmeti ile görününce, hem babasının sarayı hem de Semeli yandı gitti. Başka türlü demek gerekirse, aşkının ateşi ile yandı. Karnındaki oğlu o zaman daha yedi aylıktı. Zeus oğlunu sevgilisinin karnından çıkardı ve baldırına sakladı, günü gelince de doğurdu.

Ayağı kanatlı Hermes’e, oğlunu büyütmeleri için Nysa perilerine götürmesini buyurdu. Nysa Tepesi, tatlı ışıklarla yıkanan, ormanla kaplı bir dağ idi. Ormanı, serin sulu binlerce kaynaktan çıkan dereler süslerdi. Bu mutlu ve kutsal dağın perileri, kapısı ve duvarları asma dalları ve sarmaşıklarla donanmış büyük bir mağarada yaşardı. Haberci Tanrı Hermes, bebek Dionysos'u bir gece gizlice mağaraya getirdi. Dionysos mağaranın kapısına gelince, gökte parlak bir yıldız göründü, ortalık ayın ondördü gibi aydınlandı. Bu sayıyı hatırladın mı kardeşim. Peri kızları uyandılar ve ondan sonra Dionysos'a sevgiyle bakıp büyütmeye başladılar. Dionysos büyüdükçe, kırlarda dolaşır oldu. Bir gün, mağaranın duvarlarını saran üzümleri altın bir kupada sıkarak şarabı buldu. Yorgunluğu kovan, üzüntüleri dağıtan bu yeni nektarın verdiği keyfi, kendisini büyüten perilerle paylaştı. Erguvan rengi şarabı içenler, yaşama sevincine kavuşuyordu. Su ve orman perileri, bu mutlu buluşu kutlamak için, başlarını asma dallarıyla süslediler. Keçi ayaklı insan bedenli satirler, yaşlı silenoslar çalgı çalıp türkü söylemeye, oynamaya koyuldular.

Nietzsche’ye göre, taşkın ve coşkun duyguların sembolüdür Dionysos. Şarabın insan üzerindeki türlü etkilerini simgeler, belli ölçüde alındığında faydalı olan, insanı neşelendiren, coşturan şarap, aynı zamanda insanın mahvolmasına da neden olabilmektedir. Bu nedenle hem büyük coşkuları, hem trajedileri, hem ölümü, hem de yeniden doğmayı simgeler. Ne de olsa kendisi de, ölümden bir kaç kez kurtulmuş, öfkesi dinmeyen Hera tarafından titanlara parçalatılmış, sonra tekrar yaşama dönmüştür. Simgelediği şarabın kaynağı olan üzümün yetiştiği asmalar da, kışın budanıp, parçalanır, neredeyse ölür. Baharla birlikte tüm doğayla beraber yeniden canlanır. Neyse konumuzdan uzaklaşmayalım. Zeus’un anası Gaia, titanlar tarafından parçalanıp bedeni yere atılan, tanıdık geliyor değil mi, Dionysos’un yitip gitmesine izin vermez, tekrar bir araya getirip doğurur. Ancak kanının damladığı yerden bereket sembolü nar ağacı çıkmıştır. Bu da öyküyü tamamlamaya yeter.
Bir de tam senin hoşuna gidecek bir küçük not: Dionysos'un, bütün hastalıkları iyileştiren bir kadehi vardı. O kadehten içki içen korkuyu unutur, cesaretlenirdi. İnsanlar bundan dolayı şarap tanrısını diğer tanrılardan daha çok sevmişlerdir. Ama ona tapanlar arasında hiç şarap içmeyenler de vardı. Çünkü Dionysos, yalnız içki yoluyla değil esin yoluyla da özgürleşmeyi kabul ederdi.

Konuyu bağlamak açısından, etini ekmek, kanını şarap olarak ikram eden ve kurban olan kurtarıcı öyküsünü, çeşitli türev ve örneklerini her toplumda bulma olasılığı oldukça yüksek sanırım. Bir de unutmadan, bizden bir nesil bu öyküyü gerçekleştirmiş bir Dionysos daha geçti ve kendini hepimizin kurtuluşu için feda etti. “Kaybolan cenneti arayan bir adam, diğer dünyayı hiç düşlememiş birine aptal gelebilir.” diyen İrlandalı Şair James Douglas Morrison. Ama bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. O zaman biz de, bu büyük şairin de çok etkilendiği bir başka büyük şairin bir şiiri ile uykuya dalabiliriz.

İşte geçmiş, şu an ve gelecek zaman
Hepsi bir arada dikilmiş karşıma
Ey Yüce Ruh, taşı beni kanatlarınla
Uyandırayım Albion’u gözlerine dolan
O uzun, o soğuk, o derin uykudan


William Blake, Jerusalem

19 Ağustos 2007 Pazar

Yanlış Yazılan Arapça Kelime Yanlış Yola Götürür


Delalet; yol göstermek, işaret etmek anlamına gelirken, Dalalet; yanlış yola gitmek anlamına gelen Arapça kelimelerdir. Bu gibi durumlarda yardım için Sevan Nişanyan'ın Çağdaş Türkçe'nin Etimolojik Sözlüğü'nü şiddetle tavsiye ederim. Hatta satın alın efendim.

17 Ağustos 2007 Cuma

Kudüs’te Uyandım ve Uyudum Tekrar



Dokuzyüdoksandokuzda girdi Davud Yeruşalim’e. İsa doğmadan dokuzyüzdoksandokuz yıl önce. Bu topraklar onlara vaad edildikten sonra, tam kırk yıl çölde dolaşmışlar, kavmini Mısır’dan çıkaran Musa, uzaktan görmesine rağmen Tanrı’nın daha önce söylediği gibi o gece vaad edilmiş topraklara ulaşmadan ruhunu teslim etmişti.
Babasından sonra Süleyman tahta geçince, hemen Moriah’ın üstünde, tanrısına tapınak inşa ettirmeye başladı. yapılan ilk tapınak idi. Peki o zaman Heliopolis’te Akhenaton emrinde çalışan duvar ustaları tek tanrıya adanan ilk tapınağı inşa etmemişler miydi. İşte yanındaydı o taşları kesenler, üstüste koyanlar. Bugün bu tapınağı yapıyorlardı. Kırk yıl sonra tapınak bitince, Ahit sandığını getirtti Süleyman. Yaptırdığı tapınağın içine koydurttu. Sonra da İsa’dan önce beşyüzseksenaltıda Nabukadnezar gelip hepiciğini yıkmış, İbrahim’in soyundan gelen tüm zanaatkarları da Babil’e götürmüş. Ahit sandığının nerede olduğu ise bu tarihten sonra meçhul. Sırası ile Romalılar, İslam İmparatorluğu, Haçlılar, Eyyubiler, Osmanlılar. Bizans döneminde Konstantin’in anası, Aziz Cyrus ve Aziz John kilisesini inşa ettirdi tepeye. Sonra da Aziz Hikmet KilisesiGüya bu tek tanrı için dünya üstünde yapıldı. Haçlı döneminde, Baldwin karargahı’nı tepeye kurdurup, yıkık mabedi İsa’nın Yoksul Şövalyeleri Tarikatı’na vermişti.

Harem-i Şerif’te bulunan Sahra da denilen Hacer-i Muallak. Yada asılı duran taş. Kubbet’üs Sahra’nın içinde duruyor. Daha doğrusu bu kubbe taşın üstüne yapılmış. Taş binlerce yıldır burada. Altıyüzdoksanbir yılında Suriyeli Emevi Halifesi Abdülmelik yaptırır binayı taşın üstüne. Suriye kiliselerinin yapısı yaklit edilmiş sekizgen yapılmış. Dıştan bakıldığında sekizgen ancak içi yuvarlak. Bu yapı anlayışı rotondo olarak adlandırılmış. Kubbesi ağaç kaburgaları ile desteklenmiş. Kubbenin yerden yüksekliği otuzbeş metre ve çapı yirmi metredir. Kurşun ve altın yaldız ile kaplanmış. Dört girişi vardır. Hasar gören balkonları Mimar Sinan tarafından onarılmış. Dış yüzeyi de Suret-ül Esra adı verilen ve Peygamberin Miraca yükselişini anlatan küfi tekniğiyle yazılmış hat eserleriyle süslenmiştir. Aslında Kubbet-üs Sahra, ibadethane olarak yapılmamış, ortasında yer alan Sahra adlı taş ziyaret edilebilsin diye inşa edilmiş. Daha sonra içine mihrap koyunca ibadete uygun hale gelmiş. Asıl ibadethane Kubbe’nin karşısında duran Mescid-i Aksa yada Ömer Camii. Hazreti Muhammed’in, Miraç gecesi namazı burada kıldırmasının en temel özelliği Mescid-i Aksa’nın Mekke’deki Mescid-i Harem’den en uzaktaki camii olması. Burak’ın sırtında Mekke’den Kudüs’e gelir. Daha sonra Taşın yani Hacer-i Muallak’ın üstüne basıp göğe yükselir. Taş’ı daha önce de İbrahim’in oğlu İsmail’i tanrıya kurban etmek isterken kullanmıştı. Tam oğlanı taşın üstüne uzatmıştır ki; hatırlarsanız Cebrail Aleyhisselam, elinde koç ile zuhur eder de İsmail kurtulur. Hatta Nuh’un gemisinin burada taşa oturduğu ve İsrafil’in borusunu aynı yerde üfleyeceği bile rivayet edilmiş. Altında da daha önce Şövalyelerin aradığı gibi Süleyman’ın hazinesinin olduğunua inanılmış. Onbir basamaklı bir merdiven ile taşın içindeki odaya iniliyor. İşte Aziz Peygamberimizin, İbrahim ile Musa’ya Miraç gecesi Namaz kıldırıp imamlık ettiği secde burada yere serilmiş.

Şimdi gelelim asıl konumuza. Hacer-i Muallak. Asılı duran taş demiştik. Çünkü taşın altındaki odadan bakınca tek bir noktadan yere değdiği ve sütunlarla desteklendiği için havada asılıymış gibi görünüyor. Bu yüzden asılı duran taş demişler. Muallak deyince hemen benim aklıma alak kelimesi geliyor. Kuran-ı Kerim’in doksanaltı numaralı suresi olan Alak Suresi Mekke’de Vahiy olmuş. Özellikle Nuzul’ün ilk beş ayeti olan kelimeleri hemen hatırlayacaksınız. Elifya sayesinde dersime çalıştım.



1. Yaratan Rabbi’nin adıyla oku! 2. O, insanı bir alaktan yarattı. 3-5. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabb’in, en büyük kerem sahibidir.


Suresinin ikinci ayetinde geçen alak kelimesi, Arapça aleka kelimesinin çoğulu. Yapışıp ilişmek, anlamına geliyor. Bu yüzden her türlü kana ve pıhtılaşmış kana alak deniyor. Hata sülük kelimesinin kökeni de aynı. Çocukluğumuzdan hatırlarsanız, bu ayet O, insanı bir kan pıhtısından yarattı diye çevriliyordu Türkçe’ye. Şimdi ise bir çeviri değişikliği var. Asılı olan deniliyor. Eğer Peygamberin çağında Mekke’de Pazar günü Hurma ağaçlarının altında otururken, Allah insanı kan pıhtısından yaratmış derseniz, herkes kafa sallar onaylardı belki. Ancak şimdi okul kantininde falan Allah insanı kan pıhtısından yaratmış diye bir girizgah yapmaya kalkarsanız, demezler mi kardeşim, sen de hiç bişi bilmiyosun, x kromozom var, y kromozom var, rdna falan filan, imdi rahimde sperm ile yumurta birleşir, mevzuya girer, döllenen yumurta rahimin duvarına tutunur. Allah insanı kan pıhtısından değil, asılı durandan yaratmıştır. Halekal'insane min 'alak. Arapçan zayıf galiba birader diye makaraya sararlar.

Şimdi buradan bir metafor yaparak, Alak Suresinin Peygamber döneminde doğru olarak anlaşılması için yeterli tıbbi bilginin olmadığını akıl yürütmesine varabilir miyiz? Zaten döllenmiş yumurtanın insan gözü ile görülebilmesi olanaksız olduğundan bu süreç ancak modern teknoloji ile izlenebilir olmuş. Günümüzde bu bilimsel bilgi birikimine sahip olduğumuz için Alak Suresi’ini, Allah’ın Elçisinden daha iyi mi yorumluyoruz, anlıyoruz diye soruyorum kendime. Benim açımdan bu önemli bir paradigmadır. Ama sanıyorum bir çıkış noktası var.

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Süleyman’ın Mabedi


Chatillandlı Reynaud’un terk edip gittiği Sidon’daki haçlı kalesinin yıkıntılarından çıktık yola. Hep gece yol alacağımızı söyledi. Üç yıldızlı çöl gecesi sonra kapısından sevgili şehrime gireceğiz demişti. Dediği gibi oldu. Ben bu yolu binbir yıldır yürüyorum dediğinde inanmamıştım. Benimle eğleniyor sanmıştım. Atlara güvenme çölde diye anlatmıştı ihtiyar. Nerede duracaklarını söylemezlermiş. Susuzluktan ölünceye kadar yürürler ve sonra düşerlermiş. Oysa deve ölmeden sana belli edermiş. O yüzden develerle geçtik eski hac yolunu. Devenin en az at kadar hızlı koştuğunu çöl tavşanı avlarken öğrendim.

Karşılaştığımız her dili konuşuyordu rehberim. Çöldeki vahaların sahipleri olan Bedevilerin, Arapların, İbrahim’in dilini konuştuğunu duymuştum ve eskiden buraların hakimi olan bir çok başka milletin dilini de konuştuğunu kendi anlatmıştı. Sabaha karşı vahada durup da, hizmetkarlar yemek hazırlarken, ateşin başında benim için tütün sardığında anlatmıştı Süleyman’ın gelmiş geçmiş en akıllı hükümdar olmasının sırrı, tüm canlıların dilini konuşabilmesiydi diye. Kuşların ötüşünden ve ağaçların fısıltısından anlarmış söylediğine göre.
Bugün Türklerin ülkesinde kalan ve Haçlı ordusu toplayan Kutsal Roma Germen İmparatoru Sakallı Barbarossa’nın gidebildiği son şehir olan Roma kenti Iconium’da yaşayan bir müslüman şaire göre, parmağındaki saltanat yüzüğü ile perilere ve şeytanlara hükmedermiş.

Ama ben çok kalamadım o ateşin başında eski hikayeleri dinlemek için. Uzun siyah saçlarım ve kabilesindeki Bedevilerden farklı olan oldukça tüylü olan bedenime bakarken yakaladığım kızı kuytuda sahip olabilmek için sessizce gözden kayboluyordum sabaha karşı. En fazla onbeşindeydi. Ceylanlar gibi başı dik ve yaylanarak yürüyordu. Teni kadife gibiydi, gözleri ise derin bir kuyu gibi kapkaraydı Fatima’nın. Hele o avuçlarımdan taşan göğüsleri, kiraz tadında dolgun dudakları, gencecik gergin bedeni. Hatırladıkça bugün bile ateş basıyor.

Yeruşalim uzaktan göründüğünde sabah yıldız tam tepemizdeydi. Büyükçe bir zeytin ağacının altını işaret etti. Dinlenelim. Akşam gideriz dedi. Biraz oturup dinlenmek istedim ama oldukça derin uyumuşum. Sanırım sabah sarıp bana ikram ettiği sadece tütün değildi. Kalan yolu alıp Beyrut Kapısından girdiğimizde güneş batmak üzereydi. Hemen Tanrı’nın oğlunun çarmıha gerildiği Golgotha’ya gitmek istedim. Ama yapacak daha önemli bir işi olduğunu söyledi. Benim kalacağımız hana götürdü ve o gelmeden dışarı çıkmamam konusunda ısrar etti. Ben de handa oturup bir şişe şarap eşliğinde Aquinolu Thomas’ın De Perfectione Vitae Spiritualis’ini okumaya devam ettim kaldığım yerden. Keşişlerin halkın arasında karışması gerektiği düşüncesi benim Fransisken Manastırında şekillenmiş zihnimi nasıl da rahatlatıyordu. Zaten kendim de yoksulluğu seçmemiş miydim gençliğimde. Buraya da yoksul şövalyelerin peşinden gelmemiş miydim.

Sabah uyandığımda onu odada otururken buldum. Uyandığımı görünce gülümsedi. Pencereden görebildiğim altın kubbenin olduğu tepeyi işaret etti. İşte dedi orası Moriah. Yani Tapınak Dağı. Aradığın soruların cevabı orada. Kalktım, hazırlandım. Bir anca önce gitmek istiyordum

9 Ağustos 2007 Perşembe

Süleyman’ın Yoksul Şövalyeleri


Şimdi bu şövalyeler Süleyman’a ait olmuş gibi bu başlık. Aslında Süleyman’ın Tapınağı yazacaktın sanırım. Tabi o zaman, Süleyman dizisinde hem sıralama hatası yaptığın, hem de arada bir öykü atladığın ortaya çıkacaktı. Peki kabul ediyorum.

Benim için bu öykünün en gizemli yanı, şövalyelerin başlangıçta kaç kişi olduklarıdır. Jack Kerouac’ın ünlü romanı Zen Kaçıkları’nda, tayfanın Çin Restoran’ındaki garsonu Bodidarma neden doğuya gelmiş sorusunu sorarak illet etmeleri gibi ben de kendi kendime sık sık, başlangıçta İsa’nın Yoksul Şövalyeleri Tarikatı’ndan kaç kişi Kudüs’e geldi diye sorarım. Eğer başlangıçta aralarında olup da Kudüs’e girince biri gizlice sokak arasında girip sıvıştı mı diye merak ediyorum sanıyorsanız yanılırsınız. Benimki sadece dilbilgisi gediği. Bütün sorunum şu cümlede saklı. 1119 yılında oldukça sıcak bir Haziran günü Hug De Payn yönetiminde dokuz şövalye Kudüs’e geldi diyor. İşte bu kısa cümle tüylerimi diken diken ediyor. Hug De Payn dahil dokuz mu, yoksa Godfrey De Saint-Ömer’in de aralarında bulunduğu dokuz şövalye daha mı getirmişti yanında?

Büyük Üstatlarının Hug De Payn olduğu Avrupalı soylulardan oluşan bu dokuz şövalye, takiyye mi yaptım şimdi acaba, memleketlerinde durup durup, kurulmuşlar, ulan bu kutsal topraklardaki hacıları müslümanlar kıtır kıtır kesiyor, bir şey yapmalı diye karar alıp. Kendilerine de afilli mi afilli bir ad almışlardır. İsa’nın Yoksul Şövalyeleri. Kudüs’e girdikleri gün hemen saraya gidip huzura çıkmak istemişler. 2. Baldwin hazretlerinin de işlerinin pek yoğun olmadığı bir güne tesadüf etmelerinden dolayı kuyrukmatikten aldıkları numara çarçabuk gelmiş ve ding diye yanmış kırmızı çizgilerinin De Payn’nın elindeki küçücük kağıt ile aynı şekilde sıralandığı dijital gösterge. Şövalyeler, bu teknolojik zamazingolardan pek anlamadıkları için önce şaşırmışlar, ancak Godfrey’in köylüsü olan güvenlik görevlisi sayesinde tahta çıkan yolu bulmuşlardır.

Kudüs’ün ruhu ve yüce kralı Baldwin, diye başlamış sözüne Hug Usta, Biz İsa’nın Yoksul Şövalyeleri Tarikatı olarak, kutsal topraklara hacıları korumak ve müslüman kanını akıtarak şan ve şöhret edinmeye geldik diye iddialı bir çıkış yapmış. Genç Baldwin, cüzzamlı olmasından mütevellit taktığı altın maskın ardından pis pis gülmüş, ulan denyolara bak, biz burda koca ordu toplamış, ikinci haçlı seferine çıkıp buralara kadar gelmişiz, koskoca Kudüs’ü zaptu rapt altına almışız, hala da bu Selahaddin’e karşı hacıları koruma kudretine kavuşamamışız dememiş, hoşgeldiniz bre yiğitler, bizim de tam sizin gibi delikanlı gençlere ihtiyacımız vardı diyerek buyur etmiştir. Hatta ne hikmetse size kalacak yer lazımdır şimdi diyerek bugün üstünde El Aksa Camiisinin bulunduğu yeri işaret ederek, şu tepede Hazreti Süleyman Tapınağı’nın kalıntıları var, orayı size verdim diyerek, tüm insanlık tarihi için durduk yerde, çözülemeyecek en büyük bilmecelerden birine sebebiyet vermiş, Katolik Kilise’sinin ulan ya bunlar buradan bizim İsa Mesih’in dini ile ilgimizin kalmadığını gösterir bir delil elde ederlerse diye senelerce Aziz Peter Kilise’sinde rahat bir uyku çekmesine engel olmuştur. Ne zamana kadar mı? Ta ki Üstat Molay’ın kazıkta iyice pişirilip dibinin tutmasına göz yumulduğu o lanetli geceye kadar. Onu da sonra anlatırım.


İşte çözemediğim ikinci ve üçüncü gizemler de bunlardır. Bu baldırı çıplak, karnı aç Avrupalı Soylular, kime yada neye güvenerek gelmişler de, dokuz kişi hacıları koruyabileceklerine kendini inandırmışlar bunu yıllar geçmesine rağmen hala çözemedim. Ayrıca Hazreti Süleyman’ın tapınağı Baldwin’in babasının malı mıydı da, kalktı daha sabah tanıştığı tenekeden kıyafetler giyip göğüslerinin üzerine
Aziz Bernard’ın kırmızı haçını çizen bu adamlara kafasına esip verme cesareti göstermiş? Adamlar da uyanık tabi kardeşim hemen isim değişiveriyor, İsa’nın ve Süleyman Tapınak’ının Yoksul Şövalyeleri Tarikatı. Biz de yedik.

7 Ağustos 2007 Salı

Yazmasam Çıldıracaktım.


Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
Sait Faik Abasıyanık

Bilge Karasu'nun Ölüm Yıldönümü



Deniz Baykal’ın Rockefeller Bursu ile Amerika’ya gitmesinin konu olduğu mimi okurken aynı bursu almış olan Bilge Karasu’dan bahsetmiştim. Meğer ölüm yıldönümünden iki gün sonrasına denk gelmiş. Usta’yı anmadan geçmemek için 1991 yılında 10 yıldan bir verilen Pegasus Edebiyat Ödülü’nü aldığı Gece adlı romanından çok ünlü bir pasajı sizlerle paylaşmak arzusu duydum.

Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği , belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna- bütün boşluğunu bilerek-kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu? Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hala bir takım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum? Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu. Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar... Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa...- anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum? En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir?

6 Ağustos 2007 Pazartesi

Süleyman’ın Fakirhanesi



Süleyman Efendi Kuledibi Sokak’tan ağır ağır indi evinin önüne. Cebinden anahtar destesini çıkardı, kapıyı usulca açtı. Bazen eski alışkanlığı nükseder, kapının tokmağına giderdi eli. Karısı Münevver fakirlikten ve eskimiş dökülmüş dede yadigarı evden bunalıp, şu Karadenizli müteahhit bozması it oğlu ite kaçalı kaç sene olmuştu aslında. Beş koca yıl dile kolay. O zamandan beri kendi eliyle açmıştı kapıyı oysa. İnsanın alışması için yeterince uzun bir süre. Ailesinin Binsekizyüzyirmibirden beri Karaköy’de tütün toptancılığı yaptığı dükkan cigara denilen meret el kadar paketlere girince iş yapmaz olmuş, eskimiş, kendisi gibi yarı yıkık bir hale gelmişti. Geçimini sağlamak için önce dükkanı satıp parasını yemiş, sonrada tapu dairesinde memurluğa girmişti Süleyman Efendi. Aldığı üç kuruş maaş ay sonunu getirmeye yetmeyince de karısı kaçmıştı işte.

Dolaptan çıkardığı domatesi, biberi, peyniri söğüş yapıp bir tabağa koydu, sonra da kavunu doğrarken ıslıkla nihavend longayı çaldığını fark edince koltuğunu altında eve soktuğu ufaklığın yegane neşe kaynağı olduğunu kalbinin, aklından önce anladığını fark etti. Aslan sütünü kadehe koyduktan sonra tepsisini pencerenin önüne koydu, sonra da pikabı açıp iğnesini otuzüçlüğün üstüne yerleştirdi. Plak dönmeye başlayıp da kadehinden bir yudum alınca iyice keyfi yerine geldi. Ne güzeldi şu meret.

Artık ev iyice harap olmuştu. Koca evde yalnızlıktan bunalıp paraya da sıkışınca, önce üst katlardaki odaları kiraya vermeye kalkmış, ancak kirasını ödeyemeyen kiracılardan parayı istemeye mizacı uygun olmadığı için bir süre sonra bu pansiyonculuk sevdasından vaz geçmişti. Aslından eve çok talip vardı. Güzelim ahşap evi yıkıp betondan binayı dikmek karşılığında kendisine üç daire vermeyi teklif ettiğinde tanışmamış mıydı o it oğlu itle zaten. Herifçioğlu gide gele karısı ile işi pişirmemiş miydi. Hem babası ölürken söz vermemiş miydi kendisine, evi satmayacağım, emaneti kimsenin görmesine izin vermeyeceğim. Sahibi almaya gelinceye kadar saklayacağım diye. Nasıl satacaktı yedi kuşaktan beri yaşadıkları bu evi. Çocukluktan kendisine belletildiği gibi kendisiyle aynı adı taşıyan Süleyman adlı büyük dedesi getirip yerleştirmişti evin altındaki kilere. Şimdi Süleyman Efendi de bekçilik görevini ömrü yettiği sürece yerine getirecekti. Ancak çözümsüz bir sorunu vardı: erkek evladı yoktu sırasını devredecek. Bu emanetin sahibi geri dönmek için elini çabuk tutsa iyi olur diye düşündü. Baktı ilk kadehin ortasına gelmiş, ilk cigarasını yakmak için uzattı pakede elini.

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Süleyman’ın Baba Ocağı



On gün olmuştu Süleyman Osmanlı’nın başkentinden ayrılalı. Ocaktan güç bela izin almış, ortabaşı hakkıya iki altın lira da rüşvet vermişti. Dimitri mi yoksa Ruslav mı olduğunu bilmediği adı kadar emindi altınların çoktan Galata’daki meyhanelerde şaraba ve aşka dönüştüğüne. Sekiz altın lirayı ise Defter-i Hümayun’daki ibne bakışlı çelebiye toka ederek öğrenmişti köyünün ve ailesinin adını. Dört yaşında olduğunu söylüyordu nerede ise boyu kadar olan defter, anasının kucağından Osmanlı’nın kucağına geçtiğinde. Yirmiiki senedir babasının tam ayrılık anında kulağına söylediği muhakkak dönmelisin sözünü unutamamıştı. Dönmesi lazım geldiğini biliyordu.

Gün ağarıyordu Jezerski dedikleri bu köye girerken Sancağın baş şehri Saray’dan bir günlük yolda ve düz bir ovada idi. Saray’daki handa kaldığı gece, boyundan, posundan, gür bıyığından, yer titreten yürümesinden ve belindeki koca saldırmasından Yeniçeri olduğunu anlıyacaklar diye biraz da çekinmişti. Gerçi tebdili kıyafet idi ama olsun. Osmanlı’nın gizli, saklı çok düşmanı vardı. Köye girince hemen tanıdı. Evini de gözü kapalı buldu Süleyman. Bu tanıma anı, ömründen geçen yıllara rağmen çocukluğunun tüm anılarını kafasında kapalı duran çekmeceden fırlayıp çıkmıştı. Nerede ise anasının dilini bile konuşacaktı. Evin önüne geldiğindde bir parça şaşırdı. Hatırladığında daha büyük bir ev idi bu. Oldukça varlıklı bir ailenin evine benziyordu. Bu kadar zengin aileler oğlan çocuklarını Osmanlı’ya vermektense yüklü bir kurtulmalık ile hallederlerdi işlerini. Tuhaf doğrusu. Ağır meşe kapıya vurdu. Açın diye bağırdı yüksek sesle.

3 Ağustos 2007 Cuma

Süleyman’ın Hazinesi


On ikinci ortanın yüzyirmisekizinci adamıydı Süleyman. Ortabaşı’nın adı Hakkı idi ve bileği en kalın bıyığı en gür olanıydı ortanın. Gözü fena halde kara, yüzü fena halde yaralı idi. Kırkından fazla var olduğu belliydi. Gözlerinin yeşilinden Tuna’nın kıyısında oturan Gagavuzlardan olduğunu belli ediyordu. Bu renk menekşeler ancak Deliorman’ın köylerinde yetişirdi. Ortaağası ise kendi gibi Süleyman adında bir yiğitti. Bu yiğidin de pek yapılı, pek yürekli olduğu kadar şaraba ve Rum kadınlarına dayanıksızlığı, Dersaadet’in meyhanelerinde sabaha kadar Büyük Adalı Katerina ile içtiği sonra da seviştiği tüm ortanın dilinde idi. Ancak öküz kuvvetine sahip olan Ağa’nın yanında insanın bildiklerini belli etmeye kalkması değil kulağından, canından bile olmasına rahatlıkla yeterdi. Gelelim asıl meselemize. Saray’ın Gülhane yanındaki duvarının dibindeki küçük köşkünde oturan ve Kapalıçarşı’da kuyumculuk işi ile iştigal eden Seferis Ağa isimli uyanık Rum’u, Dobruca’da ayaklanan Bulgar’ların üstüne yürüdükleri seferde, isyancıları kıydıkları köyde girdiği evlerden birinde bulup da usulca koynuna attığı som altından yapılma kaşıkları satmak için gittiği Kapalıçarşı’dan tanıyordu. Kaşıkları oniki altın sikke ile değiştirdi Seferis tezgah altından. Sikkeleri ise rüşvet olarak kullanacaktı Süleyman daha sonra. Devlet-i Ali Osmaniye’nin Yeniçeri ocağına kaydetmek için küçük yaşta topladığı çocukların nereden geldiğini kayıt altına aldığından adı gibi emindi Sülayman. Gerçi babasının koyduğu adı Yorgo muydu, İvan mıydı ondan pek emin değildi ama neyse.

Yolunda Yürüyen Gichin



Ustanın hayatı ile ilgili ilk yazım warnock nanesine takılıp kalınca devamını yazmak farz oldu. Meiji iktidarının ilk yılı olan 1968’de doğduğu halde Tokyo Tıp Okulunun sınavlarına girmek için yaşını küçülterek sınava girip kazandığı halde kayıt yaptıramamasının nedeni tepe perçeminin kesilmesi gerekliliği idi. Yüzyıllardır Japon erkeğinin olgunluk ve ihsan sahibi olduğunun göstergesi olan tepe perçeminin yasaklanmasının yarattığı çatışmanın en güçlü olduğu yer Okinawa adasıdır. Japonya’nın geleceğinin Batı’nın düşüncelerini kabul etmekte olduğunu kabul etmekte olduğuna inananlar ile bunun karşısında olanlar hükümetin yaptığı her reform hakkında tam bir kavga halindeydiler. Yasaklama eyleminin karşısında olanlar günümüz Türkiye’sine tezat oluşturacak halde Kaiko-To, yani Aydınlanma Partisi adını almışlardı.
Kendisini ifadesine göre çalımsı Tepe perçemini kesmemesi konusunda aile baskısına baş kaldıramayan genç Gichin, Tıp Okulu’na kayıt yaptıramayınca kendine başka bir yol çizmek zorunda kaldı ve aldığı Çin Klasikleri eğitimine güvenerek öğretmenlik seviye sınavına girdi ve öğretmen yardımcısı olarak 1888 yılında yirmirbir yaşında eğitimcilik hayatına başladı. Görevine başlayabilmek için tepe perçemini kesen ve batı tipi bir üniforma giyerek ailesini ziyaret eden Gichin, babasının ve annesinin büyük tepkisini alarak geri dönerek marş marş yapmıştır.
Okinawa’nın da dahil olduğu Kagoshima Eyaleti’ndeki okullarından sorumlu olan Shitaro Ogawa, Funakoshi’nin öğretmenlik yaptığı okulu 1901 yılında ziyaret etmesiyle Usta’nın hayatı değişir. Ogawa için hazırlanan gösteriler içinde karate gösterisi de vardı. Bu gösteriden çok etkilenen Ogawa, Eğitim Bakanlığı’na bu sanatı öven sözlerle dolu, ayrıntılı bir rapor vererek Karate’nin Eyalet Daiichi Orta Okulu ve Erkekler Normal Okulu’nda ders programına girmesini sağladı. Böylelikle ustalarından izin alan Gichin Usta okulunda karate dersi vermeye başladı. Ama bir yıl sonra hayatına asıl yön çizecek olay meydana geldi. O sırada bir kaptan olan Amiral Rokuro Yoshiro eğitim gemisi Okinawa’da bir limana getirdiği sırada, Usta’nın öğrencilerinin yaptığı bir gösteriyi emrindeki subayları ile birlikte izledi. Deniz Kuvvetleri’nin izlediği bu gösteriden on yıl sonra 1912’de Amiral Dewa’nın kumandasından bulunan imparatorluk gemisi Chujo Körfezi’ne demirleyerek mürettebattan 12 kişiye Usta’nın okulunda bir hafta kalıp sanatı inceleme emri verildi.

Bu yazı için ağırlıklı olarak yararlanılan kaynak
Karate-Do, Yaşam Yolum Dharma Yayınları ISBN 975-7800-01-5

2 Ağustos 2007 Perşembe

Gichin’in Çocukluğu


Hasta ve zayıf bir çocuktu Gichin. 1868’de soğuk bir kasım sabahı doğmuştu. Babasının da üyesi olduğu Funakoshi ailesi yüzyıllardır kamu görevi yapan bir samuray ailesi idi. Ancak Meiji ailesinin Japonya’da iktidara gelmesi ile adanın görece serbestliği sona ermiş, Japonya toprakları ile bir olmuştu. Küçük Gichin, yaşıtlarından hep daha kısa boylu ve narin yapılı idi. İlkokula başladığında Okinawa prensinin güvenlik şefi olan Yosutsune Azato ile aynı sınıfa düşmüştü. Sınıf arkadaşının babasından Te dersleri almaya başlayınca sağlığındaki düzelme, bu yaşlara bile ulaşamayacağını düşünen ailesini çok mutlu etmişti.

Nasıl samurayın tepe perçemininden ve iki kılıcından rahatsızsa Tokyo’daki saray, rahatsızdı bir o kadar savaş sanatlarından da. Bu yüzden her gece yürüyerek Azato ve Itosu ustaların köyüne gidip bahçesinde çalıştı Te’yi sabahlara kadar. Ustası Itosu, çok sert bir adamdı. Sundurmadan izlediği katayı beğenmezse hiç sesini çıkarmaz, tekrarını beklerdi. Ancak bittiğinden yeterli gördü ise elindeki sopa ile yere bir kere vurarak öğrencisinin bir sonrakine geçmesini işaret ederdi. Usta Itosu, Gichin’i kendi ustası Sokon Matsumura’ya da tanıştırdı ve ondan da Shuri Te öğrenmesini sağladı. Tokyo’ya gittiği 1921 yılına kadar iki ustadan da hem Te’yi hem Çin Klasiklerini ve güzel yazı yazma sanatını öğrenmeye devam etti. Güzel yazı yazma sanatı ve şiire düşkünlüğü, daha sonra kendi mahlası olan Çam kokulu dalga anlamına gelen Shoto’nun kendi kurduğu okula verilmesi ile ölümsüz olmuştur.